14 Temmuz 2009 Salı

İletişim Eğitimi

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Gazeteci Emre Aygen'in verdiği “iletişim eğitimi” konulu seminer, medya mesleğine ilgi duyanların öğrenmesi gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

 

Ben bir gazeteciyim! Gazetecilik mesleğimi sürdürürken Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde de ders veriyorum. Bu yıl üniversitelerde ders verişimde 12’inci yılımı doldurdum. Üniversitelerde ders vermek ile gazetecilik mesleğini birlikte bu kadar uzun yıllar boyunca sürdürmek “Bu kadarı da biraz fazla değil mi?” dedirtebilir. Bir gazetecinin temel görevi, mesleği icra etmektir. Ne var ki gazeteci ile iletişim fakülteleri arasında böyle bir bağlantı varsa, bunun gerçek nedeni tartışılmalıdır.
On iki seneden beri sevgili öğrencilerimi medyaya kazandırmada, meslekte alın teriyle bir yerlere gelmelerinde çaba göstermiş olduğum için mutluluk duyuyorum.
Ben 15 sene yurtdışını izledim. Gazeteci olarak özellikle NATO’da Amerikan Başkanları, Savunma Bakanları, Dışişleri Bakanları tanıdım ve basın toplantılarına katıldım. Bir seferinde yılların Ronald Reagan’ın Savunma Bakanı vardı. Kendisi, NATO’da son basın toplantısını yapacaktı. Kürsüye çıkıp “Sevgili gazeteci arkadaşlar, Avrupa’ya her gelişimde NATO’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde beni izlediniz, her zaman fotoğrafımı çektiniz. Ama biliyor musunuz benim de bir hobim vardı. Neydi biliyor musunuz?” diye sordu. Bizde hep beraber “Nedir?” dedik? “Şimdi size göstereyim.” diyen ABD Savunma Bakanı çantasından bir fotoğraf makinesi çıkardı. Objektifini ayarlayarak biz gazetecilere “Haydi gülümseyin!” diyerek unutulmaz bir hatıra fotoğrafı çekti. Mikrofona yaklaşarak “Ben Bakan olduğum için hep beni çekiyordunuz. Yarından itibaren Savunma Bakanlığından ayrılıyorum. Bu fotoğraf salonumun en mutena yerine koyacağım. Hepinizi tanıyorum. ‘Onlar benim gazetecilerim!’ diyerek tüm dostlarıma gururla anlatacağım. Basın toplantısı bitmiştir. Ben evime gidiyorum. Hepinize kolay gelsin. İyi günler.” diyerek NATO’dan ayrılmıştı.
Bunlar çok güzel anılardır. Dünyadaki meslek arkadaşlarım daktilolarını aldıktan sonra ne yazdı tam hatırlamıyorum ama gazeteciler ABD’nin Savunma Bakanını hiç unutmadılar. Gazeteciler ile politikacılar arasındaki ince bir ayrılık olsa bile özde birlikte çalışılan ortak bir çaba idi.
Bu anımı paylaşmamın gerçek sebebi şudur. Bursa Gazeteciler Cemiyeti’ni kutlarım. Hepimiz gazeteciyiz. Her ne kadar Ankara Gazeteciler Cemiyeti olsun, tabii İstanbul’daki daha çok; Bab-ı Âli’den kalma ki Gazeteciler Cemiyeti olmasına rağmen Bursa’daki Gazeteciler Cemiyeti olarak örnek bir eser yaratmışsınız. Hepinizi kutlarım. Kim olursa olsun, herhangi bir ülkeden bir yabancı gazeteci Bursa’ya gelse, şurayı görse ‘Vay’ der! Hangi gazeteci olursa olsun buranın çok önemli bir merkez olduğunu ve burada çok iyi iş yapabileceğini her zaman hissedecektir. Amerikan Savunma Bakanı gibi şimdi bende sizin fotoğrafını çekeyim de dostlarıma yaptıklarınızı anlatmak için bir de kanıtını tespit edeyim. Gülümser misiniz?
Gelelim gündeme, burada, İletişim Eğitimi üzerinde bir şeyler paylaşmayı düşünmüştüm. Ayrıca verdiğim derslerde yer alan “Diplomasi Gazeteciliği”, “Toplumsal Hareketlerde Basın” ve “Asparagas Gazetecilik” konularını da. Çünkü mesleğin profesyonel yaşamdan kaynaklanan deneyimlerini öğrencilere aktarmanın çok daha yararlı olduğu bir gerçektir. Çünkü 15 sene yurt dışında gazetecilik yaptım. Hep Türkiye’deki gazete ve televizyonlarda; TRT o dönemden başlayarak; çalıştık. En büyük başarım Mehmet Ali Birand’ı ikna etmek oldu. Hâlâ yayınlanan 32. Gün’ün fikir babasıydım. Ama bunu Emre Aygen düşündü derseniz kimse inanmaz; ama en azından bu kadar zevkle izlenilen bir program olması bendenize mutluluk verir. Mesele de o değildir!
Ben 1985 yılında Reagan-Gorbaçov görüşmelerini Cenevre’de izledim. Dünyanın değişimini izledim. Cenevre’de yaşanan değişimin ardından Doğu Avrupa ülkelerindeki memleketlerdeki gelişmeleri izledim. Doğu Avrupa ülkelerindeki devrimlerin tamamını izledim. Savaş muhabiri olarak görev yaptım.
Savaş muhabirliği dışarıdan bakıldığı zaman “Aaaa! Ne güzel.” denir. Örneğin Mithat Bereket vardır, O da “savaş muhabiri” olduğunu söyler. Kudüs’e gider, Gazze’deki çatışmaları izlemiştir. Ama gazeteci oraya nasıl gider biliyor musunuz? Amerikalılar der ki, “Gel kardeşim; bu bilmem ne ilacı, bilmem ne bombası patlayınca bu iğneyi sağ bacağına yapacaksın. Karşından başka bir silah gelirse buradan da sol ayağına iğne yapacaksın.” derler. Dolayısıyla siz bir şekilde savaşta savaşan ülkenin koruması altında görevini yapan gazetecisinizdir. Evet, ama bu gazeteci savaş muhabiri değildir. Savaş muhabirleri Birleşmiş Milletler’in kurulmasına sebep olan San Francisco Beyannamesi’nin belirli maddelerine sadık kalacaklarını beyan eden gazetecilerin savaşa neden olan tüm BM üyesi ülkelerin güvencesi altında korunması gereken gazetecilerdir. Üzerinde ABD Savunma Bakanlığı’nın sağladığı araçlarla ve onların güvenliği altında görev yapan gazetecilerin içinde bulunduğu durumu etik olarak ne diye eleştiriyorsunuz diyeceksiniz. Bunun ne kötülüğü var? Hiçbir kötülüğü yok esasında. Ama ne oldu Irak Savaşı’nda? Bütün dünya bu yöntemlerle yapılan gazeteciliğe resti çekmişti. Niye? O da doğruydu. Bir tane Amerikan uçağı var. Uçağın üzerinde de bir kamera var. Hepimiz CNN-TÜRK’ü seyrediyoruz. Savaşın canlı yayınına giriliyor. Sanki Hollywood gibi. Herkes ekranlarda. Sanki Milli Takımın maçını seyrediyoruz. Mikrofonda bir gazeteci görüyoruz. “Evet şu anda Bağdat’ın bilmem neresinin tepesindeyiz. Saat gece yarısı 02:15. Şimdi bomba aşağıya inecek ve patlayacak.” Irak Savaşını sanki bir Hollywood filmi izler gibi izliyoruz. Amerikalı muhabir canlı yayına devam ediyor. “Evet sayın seyirciler. Bomba kompüterin ekranında vurulacak mekan belirlendi. Pilot Joo bombayı fırlattı. Bakın kaç saniye sonra hedefine ulaşacak. Evet, görüyorsunuz, bomba patlıyor ve hedef görevini başarıyla yerine getirdi. Tebrikler Joo!”. Bizde bu arada biramızdan bir yudum daha alıyoruz ve ikinci sahneyi heyecanla seyretmeye hazırlanıyoruz. Hiç kimsenin o sırada o bombanın patlaması ile kaç kişinin öldürüldüğünün umurunda bile değil. Ya bu savaş bizim memleketimizde yaşansa, şu anda bizim gibi seyredecek diğer ülkelerde yaşayan insanlar bu seferde de ‘Türkler mahvoldu! Yupii!’ diyecekler. Bu da hiç aklınıza geldi mi? Böyle bir gazetecilik sizce gerçek mi?
Nedir savaş muhabirliği? Savaş muhabirliğinin oluşmasında sendika üyesi gazeteciler FIJ üyesidir. “Federation of the International Journalist’s” diye bir kurum. Gazetecilik mesleğini sürdüren kişiler bu kuruluşa bağlıdır. Bizde o ise üyeler diğer memleketlerin gazetecileri kadar üye değildirler. Çünkü üye olmak için sendikalı olmanız gerekir. Bizim memlekette 12 Eylül’den sonra sendika neredeyse ortadan kalktı kalkacak hale getirilmiştir. Ne kadar demokratik bir ülkeyiz. “Sendika’ya gerek mi varmış kardeşim.”diyen politikacılarımız ne kadar kalabalıktı.
FIJ, Birleşmiş Milletler kurulurken bütün ülkelerin onayladığı San Francisco Beyannamesi’nin yedi maddesi vardır. Bunlar gazetecilerin tüm dünyaya ilan ettiği mesleklerinin etik değerlere saygı gösterdikleri maddelerdir. Ben gazeteci olarak şu ilkelere sadık kalacağıma söz veriyorum ya da o zaman bir savaş çıktığı zaman gelişmeleri tüm dünyaya bilgi veren bir gazetecinin başta güvenliği olmak üzere taraf olan tüm ülkelerin güvenliği içinde görevlerini yerine getirmeleri ve onlara yardım etmekte zorunlu oldukları da beyan edilen bir prensiptir. Peki her şey böyle mi cereyan ediyor? Hiç de öyle değil ne yazık! Örneğin kuzey Irak’ta bir taraftan Talabani, bir taraftan Barzani, bir taraftan da PKK’lı ve bir taraftan da bizim Mehmetçiğin bulunduğu bir konjonktür içerisinde gazeteciysen, var olan bu dört tane birbiriyle savaşma durumunda olan bu kişilerin dördünün de güvencesi altında olması gereken gazetecisindir. Sadece bir ülkenin güvenliği açısından, mesela Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bir sürü gazeteci arkadaşımız, ağabeyimiz vardı. Bunların hepsi Barış Harekâtı ile oraya gelen gazetecilerdi. Orada FIJ’e üye sayılabilecek bir tek gazeteci vardı. O da Mete Akyol. Times’ın muhabiri idi. Mehmetçikle birlikte Kıbrıs’a gelmemişti. Daha farklı bir durumdaydı. Savaşlar sırasında bir ya da birkaç ülkenin güvencesi altında gazetecilik yapan ile hiç birisinden tek yanlı destek almayan gazetecinin küçük de olsa farkını anlatmak isterim.
Gazeteci olarak Doğu Avrupa ülkelerini izleyen bir savaş muhabiri olarak benim başımdan neler geçti? Bulgaristan’daki devrimi gazeteci dostum Muammer Elveren ile izlemiştik. Değişim kanlı devam ediyordu. Bir devrimden bir başkasına koşturuyorduk. Ben Romanya’daki devrimi izlemeye başladım. Bükreş’e girdik. Bitmiş bir çatışmanın ardından. Bunu sonradan anlamıştım. Bükreş caddelerinde bir Rumen tankının önüne geldiğimizde, tarafların tan vaktine kadar ateşkes verdiğini biz oraya gelir gelmez başlayan kurşunlar başımıza yağınca… İki araba ile gelmiştik. Üzerinde “Press” yazılı bayraklar taşımamıza karşılık kurşunlar bizleri adeta hedef almıştı. Yanımdaki bir Fransız ve bir Belçikalı gazetecinin kalplerine saplanan kurşunlar sonucunda ölmelerini izledim.
Çatışmalar başlayınca arkadaki arabada olan gazeteci arkadaşlarım olaydan uzaklaşarak kamerayla çatışmaları kaydetmeye çalışıyorlardı. İki taraf da, bu olayın dünya basınına yansımasını istemiyordu. Danny o sırada elindeki mikrofonu alarak olayı değerlendiriyordu. O görüntüler hiçbir zaman bulunamadı. Ben öndeki arabadaydım. Ve arabayı kullanan kişiydim. Arabaya otuzdan fazla kurşun isabet etmişti. Bu kurşunlardan üçü de bana saplanmıştı. Üçü de kafama. İki tanesi girdi çıktı bir tanesi ise beynime saplandı. Ne olduysa, ölmedim. Yanımdaki kameramanım Erwin Van der Stappen yaralanmamıştı. Erwin, “Emre buradan ayrılamazsak ben de vurulacağım!” deyince o anki şokla kafamdan kanlar akmasına rağmen acıyı hissetmeden, arabayı çalıştırıp oradan uzaklaşmayı becermiştim. Danny az ilerde kalbine saplanan kurşun sonucu bağırarak yaşamını yitirdi. Film seyreder gibiydik. Fransız Foto Muhabiri de bir askeri araç bize doğru hızlanınca ezilerek can verdi. Çok kan kaybetmiştim. Erwin beni arabadan çıkardı Yoldan geçen bir kamyon bizleri görünce durdu ve arabaya alarak ilk hastaneye yetiştirdi. Bu kısmı hatırlamıyorum. Her 24 Aralık gecesi nerede olursak olalım Romanya’yı izleyen gazeteci arkadaşlarımla telefonlaşırız. Anlattıklarına göre, bir sürü hastane dolaşmışlar. İki hastanede de yapılacak bir şey olmadığı söylenmiş ve en sonunda Romanya’daki Marinescu Hastanesi’nde Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in New York’ta yetiştirdiği ve bu Hastaneyi kuran Profesör Marinescu’nun torunu olan kadın doktorla karşılaşmışlar. Beynimdeki kurşunu o çıkarmış. Ertesi gün sol gözüme yakın bir başka kurşundan dolayı kanama durmayınca aynı doktor bir ameliyat daha yaparak gözümü almak zorunda kalmış. Beni hayata döndüren o kadın doktordur.
Ama bizim Bab-ı Ali’de bir durum vardır. O kurşunları yediğim zaman dostum Savaş Ay, yine aynı gazetede çalışmaya başladığım o dönemlerde yanıma gelip “Ulan” dedi, “Keşke ölseydin. Hiç olmazsa Bab-ı Âli’ye sokak olurdun. Şimdi yaşıyorsun bir … olmadın”. Bu Türk medyasının gerçeğidir. Ben 1990’da yeniden Zafer Mutlu ile anlaşmıştım. Yeniden Sabah’a girdim. 1994’ün sonunda Türkiye’ye geldim. Brüksel Temsilciliğinden Sabah Haber Merkezine geliyordum. Çok mutluydum. Ama basının çilesi hep böyledir. Bana dediler ki, “Bak kardeşim. İstanbul’da Ortaköy’de, Taksim’de, Barlar var. Sen gazeteye gelmene gerek yok. Oralara gideceksin. Orada sen bizim gazi kahraman muhabirimizsin. Senin haber yazmana da gerek yok. Onu biz hallederiz. Kabul mü?” Ben de “O zaman İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan gibi gözü bantlı dolanıp Fransa’da yapılan takma göz çok kötü idi.” diyerek zamanı uzatmaya çabalıyordum. Baktım olacak gibi değil, “Her zaman sokaklarda Yeşilçam filmlerindeki Erol Taş gibi mi dolanıp duracak mıyım?” dedim, “evet” dendi. “Yani gittiğim her yerde tanımadığım tipler ‘Bu vurulmuş gazeteci. Buna bir içki ısmarlayalım’ diyecekler, ben de hayatımı böyle sürdüreceğim. Öyle mi”? diyordum ancak cevap veren kimse yoktu. Bu da benim kabul edemeyeceğim bir şeydi. O zaman Zafer Mutlu’ya gittim. Dedim ki, “Anadolu Üniversitesi’nde benim Hocam Profesör İnal Cem Aşkun var. Bana gel burada ders ver dedi. ‘Hocam!’ dedim ama ben Hoca değilim ne yapacağım dememe rağmen “sen benim öğrencimsin, yaparsın!” dedi. Zafer Mutlu “olmaz” dedi. Bende de bir hinlik vardı, gittim Dinç Bilgin’e. “Efendim” dedim. “Bir üniversite ders vermem için teklifte bulundu. Ne yapayım? dedim. Dinç Bey’in kafası başka türlü çalışıyordu. “Git” dedi. “Ama üniversite çok kısıtlı bir ücret veriyor. Bu biraz zor olacak.” dedim. Telefonla Muhasebe Müdürü Mustafa Dinçer’i aradı: “Emre’ye her hafta için bir elli kağıt göndereceksin” dedi. “Peki Dinç Bey!” dedim, Selahattin Duman’ın önerisini kastederek “Ortaköy’e gitmiyoruz. Onun yerine bu işe gidiyoruz. Yani buna ‘evet’ demenizdeki mantık nedir?” diye sordum. Bana, “Kendi medyama, yani Sabah, Aktüel, Bugün, ATV, -artık Dinç Bilgin’in medyaya sunduğu o zamanki dönemde aklınıza ne geliyorsa- bana kendi medyam için genç adam yetiştirmeni istiyorum.” dedi. Gayet basit.
İletişim fakülteleri ile şu anki duruma bakıldığı zaman küskünlükler yaşanıyor medyada. Küskünlükler nereden kaynaklanıyor? Bir de daha geçmişe bakalım; 60’lardan sonra Bab-ı Âli’de alaylı dediğimiz ağabeylerimiz bu işin inciğini, cinciğini bilerek oralara gelmiş insanlardı. Ama o dönemde gazeteci olan insanlar ya lise ya da ortaokul mezunuydu. İlkokul mezunu haber müdürleri vardı. Bunların arasında üniversite mezunu olan gazeteci iki ya da üç kişiydi. Fazla insan yoktu. Sonra Ankara’da Basın Yayın Yüksekokulu kuruldu. Benim ailemde de Hoca olan bazı kişiler nasıl ders verilmesi gerekir diye kendi aralarında kararlaştırılıyordu. Oktay Ekşi de dahil hepsi üniversite mezunu değildi.
1970’lerin ortalarına gelindiğinde de farklı illerde de fakültelerin kurulması gündeme geldi. İletişim fakülteleri kurulmaya başlandı. Mesela ben de ilk 1976–1977’de o zamanlar Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi Sinema Televizyon Fakültesi olarak kuruldu ve ben bunun ilk öğrencisiyim. Bu benim çok hoşuma gitti. Ben esasında tiyatrocu olacaktım. Konservatuarı kazanmıştım. Ama ailem ‘gideceksin de 5 kuruş parasız kalacaksın olmaz’ dediği için Konservatuara gidememiştim. Sonra Sinema-Televizyon deyince benim acayip hoşuma gitti ama orada da şöyle bir nokta vardı. Yılmaz Büyükerşen o fakülteyi kurarken 24 kişi alınacaktı. 25 değildi. Şimdi bakıyorsunuz, iletişim fakültelerine, 500 mezun, 600 mezun. İyi de şimdi bu kadar alaylıyla mektepliyi nasıl evlendireceğimizi bilmiyoruz. Çünkü nikâhın kıyılması için 1- Gazete sahibi, (medya -özel sektör), 2- Gazeteci, 3- Üniversite hocaları, 4- Eğitim alanlar var ve bunlar arasında bir ortak fikir birliği oluşturmak güç.
Bu konuda Hıfzı Topuz şöyle bir çaba göstermişti. Bu on küsur yılı geçmiş bir olaydır. İletişim fakülteleri dekanları ve gazete sahiplerini bir araya getirmiştir. Bu çok güzel bir olaydır. Çünkü gazete sahipleri mesela Aydın Doğan, Nezih Demirkent (rahmetli) üniversitelere de katkıda da bulunmuşlardır. Dolayısıyla gazeteciler İletişim fakültelerinde dersler vererek motivasyonu yükseltmiştir. Ama araya nifak sokanlar da olmuştur. Örneğin, İbrahim Tatlıses ne demişti? - “Oxford vardı da biz mi okumadık.” Geçen yıllarla birlikte iletişim fakülteleri dekanları ve gazete sahipleri arasında bir gerilim başlamıştır. Yetişen yeni hocalar, medya sahiplerini işini bilmeyen, kendi kendine işler yapan, memlekete faydası olmayan kişilermiş gibi lanse ettiler. Bir tanesine ben şahidim: Hıfzı Topuz’la, Balta Limanındaki İstanbul Teknik Üniversitesinin lokalinde buluşmuştuk. Bir üniversitenin iletişim fakültesinin dekanı geldi, “Efendim!” dedi, “Biz şu kadar mezun verdik.” dedi. Rahmetli Nezih Demirkent’e söylüyordu. “Bir tane bile mezunu gazetenize almadınız.” Nezih Bey nezaketi bırakmadan “Şekerim” dedi, “Uyguladığınız eğitim sistemini ben mi önerdim? Nasıl eğitim vereceğinize kendiniz karar veriyorsunuz. Sizin aldığınız kararla eğitim görmüş insan da benim işime yaramıyor.” Bunun üzerine Dekan, “Çok iyi biliyorsanız bu dekanlık vazifesini siz yapın. Bizde öğrenmiş oluruz.” dedi.
Bir gazete sahibiyle “Sen mi büyüksün ben mi büyüğüm” tartışması anlamsızdır. Aydın Doğan da orada. Nezih Bey, “Bakın sayın Dekan ben işimi gücümü bırakıp kalkıp iletişim fakültesinde ders veremem. Ama şunu yaparım, iki dönemde de yani ilkbahar ve güz dönemlerinde Cuma-Cumartesi-Pazar üç gün geleyim. Öğrencilere katkıda bulunayım. İster misiniz?” diye cevap verdi. Çünkü bazı üniversitelerde bu tür eğitimin canlı olabilmesi için -70’lerin son dönemi ve 80’ler, şimdi nasıl bilmiyorum ama şu anda Gazi İletişim Fakültesi de öyle- Üniversite 24 saat çalışmaktadır. 18.00’de ders biter kapılar kilitlenir, üniversite faaliyetlerini tamamlamıştır diye. Gazi İletişim, bekçinin beklediği bir iletişim fakültesi değildir.
Rahmetli Nezih Bey nezaket içerisinde verdiği cevaplara rağmen iş orada kopmuştu. Aydın Doğan da döndü dedi ki: “Yahu Nezih Bey ne uğraşıyorsun bunlarla. Ben Milliyet’in içinde lise açtım. Bu çocuklar sabahtan akşama kadar gazetedeler. Başta Milliyet, tüm gazeteleri okuyorlar. Derslere giriyorlar, çıkıyorlar. Ne gerek var iletişim fakültelerine. Boş ver!” dedi. “Lise mezunları, buranın içinden kokusundan geçmiş çocuklar çok daha önemlidir.”, “Bunlar iletişim fakültesinden mezun olandan çok daha iyidir.”, “Bırakalım bunları gel başka konular var sana anlatacağım.” dedi ve Nezih Bey’i alarak toplantı salonunu terk etti. Bir taraftan bu olaylar cereyan etti. Peki, o zaman bu nikâh nasıl kıyacaktık? Hocalar, hayatlarını bilme adamış çok önemli kişilerdir. Gazeteciler, gazete sahipleri farklı bakış açısı çerçevesinde farklı emeller için adım atmış kişilerdir. Arada kalanlar ise öğrencilerdir. Onlar, geleceği yakalamak için iki taraftan da başarıyla beslenmek zorundadırlar ve meslekte durum böyle iken şansları azdır.
Ne var ki, her şeyden evvel Bursa Gazeteciler Cemiyeti bu iş için üniversitedeki hocaları seçerek bir çıkış yolu bulabilmek için çaba gösteriyor. Ben hem hoca, hem de gazeteci olarak buraya davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Burada çok önemli bir şey var. Birincisi, Bursa’daki gazeteci arkadaşlarım, ağabeylerim diyor ki, “Tamam bir nikâh kıyılması lazım, bu nikâhı nasıl kıyabileceğimizi birlikte bulalım. Tartışalım ama en azından bir iş yapalım.” Bu çok önemlidir. Tartışmadan daha iyiyi oluşturamayız. Ne vardır dünyada? Tez, antitez ve sentez. Gazeteci diyecek ki, “iyi anladık da bu iş böyle olmaz’” Ben de diyeceğim ki, “tamam çok haklısın ama o da böyle olunca da istenilen hiçbir zaman olmaz”. Önümüzde en önemli bir dönüm noktası var. Biz gazeteci olarak bunu çok iyi görüyoruz. İşte karşımızda 21. yüzyılın gençleri var.
Medya olarak biz bu çerçevede nasıl davranmalıyız? Türkiye’nin dışında biraz her ülkede olduğu gibi kendi çıkarları üzerine bir medyası vardır. Ben BBC Türkçe Radyosu’nda Londra’da çalıştım. Kahire’de bir olay olmuş. BBC Türkçe radyosunda okuduğum habere bakıyorum bir de Hollanda BBC radyosundaki habere bakıyorum. Kız arkadaşımın haberi ile benim haber hiç birbirini tutmuyor. BBC de onun okuduğu haberle benim yaptığım haber hiç birbirini tutmazdı. Yahu, Kahire’de adam öldürülmüş. Bu kadar basit bir şey ama İngiltere’deki BBC’yi İngiliz Dışişleri Bakanlığı öyle güzel idare ediyor ki, şaşarsınız. Bir Mısırlının bunu anlaması lazım. Bir Türk bundan bunu anlaması lazım. Herkese şerbet vermekte ustadırlar.
Sonuç olarak, burada önemli bir adım atılmıştır. Ben Gazeteciler Cemiyeti üyesi değil miyim? Bu beyefendi de Bursa medyasının sahibi değil mi? Bu bir üniversitesinin Dekanı değil mi? Belirli bir amaç için bir adım atılması için topluma mal edilebilecek bir motivasyon yaratıldığı andan itibaren, bu hem var olan gazetelerin satışlarını arttırmasından, dergilerin artmasından, öyle olumlu işlere vesile olur ki. “Patron-Gazeteci-Üniversite” üçlüsü bir araya gelirse, ve Türkiye’de Bursa bunu kendi içerisinde başlatmayı başarırsa, o zaman İstanbul’u, Ankara’yı, İzmir’i buna adım atacak noktalara şüphesiz getirecektir.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Gazeteci Emre Aygen'in 24 Mayıs 2008 tarihinde verdiği “iletişim eğitimi” konulu seminer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.