14 Temmuz 2009 Salı

Çin tekstili tasarımı da öğrendi

cinmodasiic3

Türk tekstili, tekstilcilerin markalaşma çabalarına rağmen kan kaybetmeye devam ederken, Çin tekstili ucuz üretim avantajına “tasarım” yeteneğini de ekledi.
Bu gelişmenin ne anlama geldiğini en iyi tekstilciler bilir. Seslerini bir türlü duyuramayan, duyurduklarında da sonuç alamayan tekstilcimizin halini rakamlar çok net ortaya koyuyor:
. 2003-2008 yılları arasında kapanan firma sayısı 490 bin,
. Krizde sektörden 3 bin firma kapandı, 3 bin firma daha kapanmanın eşiğinde,
. Hazır giyim ihracatı 2009’un ilk 6 ayında yüzde 25 geriledi.
. İç pazarda hazır giyim harcamaları yüzde 13 azaldı.
. Ağustos 2008'de 346 bin olan kayıtlı tekstil çalışan sayısı Mart 2009 itibariyle 309 bine, Ağustos 2008'de 434 bin olan kayıtlı hazır giyimde çalışan sayısı 362 bine geriledi.
. Sektör için hazırlanan ve 1 Ocak 2009’da uygulanacağı söylenen “Tekstil, Hazır giyim ve Deri Sektörü Strateji Eylem Planı” lafta kaldı.
Türk tekstilinde ortaya çıkan tablo böyle. Türk tekstilinin mevcut üretim kapasitesini, istihdamını ve kredilerini korumak için destek ihtiyacının sürdüğü ortada.
Sektörün yeniden güç kazanması için hem ulusal tekstil stratejilerinin belirlenmesi ve bu stratejiler paralelinde yenilikçi ürünler geliştirilmesi, hem de otomotiv ve beyaz eşyada olduğu desteklenmesi gerekiyor.
Peki, rakibimiz Çin’de neler oluyor.
Düşük maliyet avantajına “tasarım” gücünü de ekleyen Çin, tekstilde dünyanın zirvesine oynamaya devam ediyor. Bir çok Çinli tasarımcının ismini öğrenmeye başladık bile. Örneğin Guo Pei , Wu Yong, Jiang Zhuo ve Xuan Yu, şimdiden isimlerini tüm dünyaya duyurdular. Tekstil ürünlerinde Batı stili çizgilere yer veren, bunun yanında Çin kültüründen süslemeleri kullanan Çinli tasarımcılar, krize rağmen tekstil gelirlerinin yaklaşık yüzde 25 artmasını sağladılar.
Her yıl düzenlenen Çin Uluslararası Moda Haftası da, Çinli tasarımcıları dünya devleriyle aynı platforma taşıyor.
Bundan 4-5 yıl önce moda dünyasında Çin stilinden söz edilmezken, günümüzde takip edilen konuma ulaştılar.
Sırada ne var hepimiz biliyoruz. Elbette ki markalaşma. Hızla gelişen Çin tekstili tasarımın ardından markalaşmada da söz sahibi olduğunda, dünya tekstili Çin’in tekeline girmiş olacak.
Allah, Türkiye’de yatırım ve üretim yapan, istihdam yaratan Türk tekstilcisinin yardımcısı olsun! Çünkü Allah’tan başkasının yardım edeceği yok gibi görünüyor.

Sinan Tunç
cinmodasiic2

Yerel Basın ve İletişim Fakülteleri

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. M. Bilal Arık'ın 19 Nisan 2008 tarihinde verdiği “Yerel basın ve iletişim fakülteleri” konulu seminer, medya sektörüne ilgi duyanların öğrenmesi gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

Yerel basın ve iletişim fakülteleri arasındaki ilişki konulu bir söyleşinin yerel basının ve iletişim fakültelerinin tarihiyle başlaması son derece doğaldır.
Yerel basının ilk örneklerinin ortaya çıktığı 1860’lardan günümüze kadar uzanan süreçte yerel gazetecilik, genellikle siyasal gelişmelerle de bağlantılı bir gelişim seyri izlemiştir. Osmanlı’da resmi yerel basın şeklinde ortaya çıkan ilk yerel gazeteleri, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonraki özgürlük ortamında gelişen özel girişimin yerel gazeteleri izlemiştir. I. Dünya Savaşı, işgal yılları ve bağımsızlık mücadelesi dönemleri, yerel basının halkı bağımsızlık konusunda bilinçlendiren, mücadeleye katılmalarını sağlayan önemli işlevler üstlendiği yıllar olmuştur. Cumhuriyet’in ilanından sonra yeni rejimin yerleştirilmesi sürecinde, harf devriminden sonra ve tek parti yönetimi döneminde yerel gazeteler inişli çıkışlı bir gelişim göstermişlerdir. 1946’dan sonra başlayan çok partili dönemde, siyasal ortamın hareketlenmesine bağlı olarak yerel gazetelerin sayıca arttığı görülmektedir. Demokrat Parti hükümeti döneminde de yerel basının iktidara yakın olan bölümünün çeşitli desteklerle güçlendirildiği bilinmektedir. 1960’tan sonraki dönemde resmi ilanların belli kurallar içinde dağıtılması, yerel gazetelerin sayısında büyük artış meydana getirmişse de, nicel ilerleme niteliğe yansımamıştır. 1970’lerde siyasal ve toplumsal gerginlik ortamından olumsuz etkilenmekle birlikte yerel gazetelerin sayıca artışı sürmüştür. 1980’den sonra, ekonomideki yapısal değişiklik ve askeri müdahale döneminin etkisiyle yerel basının gelişiminde bir duraklama yaşanmıştır. Ancak liberal ekonominin taşrada yarattığı yeni sermaye ve buna bağlı olarak ortaya çıkan özel ilan reklam potansiyeli, 1990’lardan sonra bazı gelişmiş illerde yeni ve görece daha güçlü yerel gazetelerin çıkmasını sağlamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde, resmi ilanlarla yaşayan az sayfalı, eski teknolojiyle üretilen geleneksel yerel gazeteler varlıklarını küçük illerde ve ilçelerde sürdürürken, sosyo-ekonomik anlamda gelişme gösteren illerde ofset teknolojiyle üretilen, çok sayfalı, içeriği zengin ve bu bağlamda ulusal gazetelerle yarışma şansı bulunan yerel gazetelerin sayısı artmıştır.
İletişim fakültelerinin tarihi gelişimine göz attığımızda da Türkiye’de, gazetecilik okulu açılması düşüncesini ilk ortaya atanın Ahmet Rasim olduğu bilinmektedir. Ahmet Rasim’in yaşadığı yıllarda gazetecilik okullarının daha yeni yeni açılmaya başlaması ve gazeteciliğin yeni bir bilim ve eğitim konusu olarak ortaya çıkması gazeteci Rasim’in dikkatinden kaçmamış ve gazetecilik okulu açılmasının gereğini şiddetle savunmuştur. 1931 yılında çıkarılan basın yasası, gazete sahipleri, başyazarları ve genel yayın yönetmenlerinin lise veya yüksek okul mezunu olma zorunluluğunu getirince, İstanbul merkezli bir Gazetecilik Okulu’nun açılması yeniden gündeme gelmiş, fakat 1933 yılında bu yasanın iptaliyle birlikte bu proje bir süre daha gündem dışına itilmiştir. Ve nihayet 1948 yılında Fehmi Yayla, Türkiye’de ilk gazetecilik okulu olan İstanbul Özel Gazetecilik Okulu’nu açmıştır.
Yine aynı yıllarda Gazetecilik Okulu’nun bir üniversite bünyesinde açılmasına yönelik faaliyetler de başlamıştır. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sedat Simavi İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne bir mektup yazarak, bir gazetecilik okulunu açmanın gereğinden bahsetmiş ve “gazeteciliğe merak edecek namzetler için umum, malumatı arttıracak, hak duygusunu telin edecek, ona iktisadi, hukuki ve içtimai malumat verecek müessese ancak bir Gazetecilik Enstitüsü olabilir” demiştir. Üniversite Senatosu Simavi’nin teklifini uygun bulmuş ve 1949 yılında aldığı bir kararla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü kurulmuştur. Burada önemli olan nokta, Gazeteciler Cemiyeti’nin ülkemizdeki gazetecilik eğitiminin başlamasına öncülük etmesidir. Benzer bir durum Ankara’da da gerçekleşmiş ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyelerinin çalışmasıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu 1965-1966 öğretim yılında eğitime başlamıştır.
Üniversitelere bağlı enstitülerin dışında, 60’lı yılların ikinci yarısında 3 özel gazetecilik okulu açılmıştır. Bu okullar, halen bu alanda eğitim veren fakültelerin de temelini oluşturmaktadır. İlk gazetecilik özel yüksek okulu, 1966 yılında kurulan İstanbul Özel Gazetecilik Yüksek Okulu’dur. Okul, 1963 yılında faaliyetlerine son veren İstanbul Özel Gazetecilik Okulu’nun devamı olarak eğitime başlamıştır. Bu okul 1971 yılında devletleştirilerek İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne İstanbul Gazetecilik Yüksekokulu adıyla bağlanmış, 1973 yılında da öğretim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. İstanbul Özel Gazetecilik Yüksek Okulu’nun adı 20 Temmuz 1982 tarihinde yürürlüğe giren 41 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Basın-Yayın Yüksekokulu olarak değiştirilmiş ve Marmara Üniversitesi'ne bağlanmıştır. Gazetecilik alanındaki ikinci özel okul 1967’de Ankara’da açılan, “Başkent Özel Gazetecilik Yüksek Okulu”dur. Bu okul da 1981 yılında devletleştirilerek, Basın Yayın Yüksek Okulu adıyla Gazi Üniversitesi bünyesine alınmıştır. 1968’de İzmir’de kurulan İzmir Karataş Özel Gazetecilik Yüksek Okulu da 1971 yılında devletleştirilerek Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu adıyla Ege Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlanmıştır.
İstanbul, İzmir ve Ankara’nın ardından, 1972 yılında Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi kurulmuştur. 1992 yılında çıkarılan bir yasa ile basın yayın yüksek okulları iletişim fakültelerine dönüştürülmüştür. Bu yasanın çıkmasından kısa bir süre sonra, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, 1993 yılında eğitim-öğretime başlamıştır. Türkiye’de iletişim eğitimi veren kurumların sayısı son yıllarda bir hayli artmıştır. Selçuk Üniversitesi’nden sonra, Galatasaray, Atatürk, Fırat, Kocaeli, Akdeniz, Erciyes, Mersin, Karadeniz Teknik ve Hacettepe Üniversitelerinde de iletişim fakülteleri kurulmuştur.
Tarihleri çok eskiye dayanan iletişim fakülteleriyle, yerel basının yolları sıklıkla kesişmiş ve başlangıcından bugüne önemli işbirliklerine imza atılmıştır. Tabii ki, yapılan işbirliği Batı’yla kıyaslandığında ciddi eksiklikler de içermektedir. Tam da bu noktada Ragıp Duran’dan bir alıntı yapmak istiyorum; acaba bu katkı ve diyalog Batı’da nasıl gerçekleşiyor diye. Yazar Medyamorfoz kitabında şöyle bir anekdota yer veriyor:
“80’lerin başında İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Nigel Lawson’un kızı, Sunday Times’ın kültür-sanat ekinde bir makale yayınlamıştı. Ertesi gün sendika ayağa kalktı: ‘Bu hanımefendinin gazetemizde imzalı yazı yamak için gerekli koşulları yerine getirmediği saptanmıştır. Yönetimin Bayan Lawson’u yazılarını bir kez daha yayınlaması halinde sendikamız gerekli işlemlere başlayacaktır.’ ‘İmzalı yazı yazmak için gerekli koşullar…’ ibaresi dikkatimi çekmişti. Sordum soruşturdum araştırdım ve öğrendim ki, İngiltere’de tıpkı Fransa’da olduğu gibi, sendikanın onayı olmadan ve sendika tarafından düzenlenen eğitim seminerlerine katılmadan ve belirli bir dizi koşulu yerine getirmeden hiç kimse gazeteye (serbest kürsü, tartışma ve uzman yazıları hariç) düzenli olarak haber, yorum ya da makale yazamıyor. Öncelikle bir yüksek okul ya da gazetecilik okulundan mezun olmak gerek. Sonra sendikanın düzenlediği 6 aylık temel gazetecilik kurslarına katılıyorsunuz. Bu aşamadan sonra bir taşra gazetesinde en az 3 yıl çalışmanız gerekiyor. Merkeze gelip sendikanın 6 aylık bir yetkinleşme stajını tamamladıktan sonra dakiklik ve doğruluk kazanmanız için sizi yine, en az 3 yıllığına bir uzman yayına gönderiyorlar. Sonraki aşama, yine 6 aylık bir staj. Ancak ondan sonra gazeteci adayı ulusal çapta yayın yapan bir gazeteye muhabir yardımcısı olarak işe başlayabiliyor.”

Burada üç önemli nokta var, dikkat edilmesi gereken:

1. Basında çalışacak olan gazetecilerin, gazetecilik okullarından mezun olma gereklikleri,
2. Yerel basında yapılması gereken stajın süresi ve bu stajın gerekliliğinin önemi,
3. Basında sendikalaşmanın önemi.

Hemen hemen tüm gelişmiş ülkelerde yerel basın, bizdeki yanlış yapılanmanın aksine hem satış, hem reklam alabilme, hem de organizasyon olarak ulusal basınla rekabet edebilir düzeydedir. İnsanlar gazete okuyacaklarsa, önce kendi kentlerindeki gazeteden başlarlar ve okurla gazeteler arasında kurulan bu sağlıklı iletişim pek çok getiriyi beraberinde getirir. Türkiye’de ise yerel basının, yaygın basınla rekabet edebilme olanaklarının son derece kısıtlı olduğunu görmekteyiz; tabiri caizse yerel basın ulusal ve hatta küresel basının tacizi altındadır. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bu kadar fazla ulusal gazete yoktur; ya da ulusal basının satış rakamlarıyla yerel basının satış rakamları arasındaki uçurum bu denli büyük değildir… Bu durum zaten okuma kültürü yeterince gelişmemiş olan ülkemizde, yerel basını yurdun pek çok yerinde yüzlü rakamlarla ifade edilebilen bir satışa ve doğal olarak bu satış nispetinde bir organizasyona mahkum etmektedir. Bursa’daki görece bu iyi havanın tüm Türkiye’de benzer ılıklıkta olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Ülke genelinde durum her anlamda kötüdür ve maalesef ileride çok daha kötüye gidecektir. Sorunlara tek tek girmek istemiyorum ama Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırlamış olduğu rapora katılıyorum: Sosyal güvenlik sorunu, teknoloji eksikliği, vasıflı personel sorunu, tiraj sorunu, kağıt sorunu gibi sorunlarla yerel basın başa çıkma zorundadır ve ülkenin geneli maalesef Bursa yerel basınının çok gerisinde bir gerçekliği yaşamaktadır.
Konunun bir diğer aktörü, yani iletişim fakültelerine gelirsek, orada da aslında tartışmamız gereken pek çok detay olduğu kanaatindeyim. Son verilere göre ülkemizdeki iletişim fakültesi sayısı 34’e ulaştı. Sivas’ta, Elazığ’da, Mersin’de, Trabzon’da, Erzurum’da, Kocaeli’de, Kayseri’de ve Konya’da iletişim fakülteleri var; ve yakın zamanlarda yeni yeni illerde, ilçelerde de bu fakültelerin açılmasını bekliyoruz…Tabii burada “Türkiye’deki iletişim fakülteleri” derken, bu eğitim kurumlarının da doğru analiz edilmesi gerekiyor…. Burada da çok ciddi organizasyon sorunları mevcut; aynı şekilde yetişmiş öğretim elemanlarından başlayan, teknoloji eksikliğine dek uzayan ve beraberinde pek çok başka sorunlarla zenginleşen….
Dolayısıyla iletişim fakülteleriyle yerel basın kuruluşları arasında gerçekleşebilecek doğru bir işbirliğinin koşulları maalesef ülke genelinde olduğu söylenemez. İdeal ve sağlıklı işbirliği uygulamalarının hayata geçebilmesi için öncelikle her iki kurumun kendi iç meselelerini çözmeleri lazım. Bu durum günümüz koşullarında pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla birazdan dile getireceğim dilek ve temennilerin geleceğe dönük olduğunu ve gerçekleşme şanslarının şu aşamada pek mümkün olmadığını, gerçekçi bir şekilde kabul ederek, önerilere geçelim isterseniz:

1. Yapılabilecek bir işbirliğinin karşılıklı olarak standartların yükseltilmesine ciddi bir katkısı olur. Katkıdan kastım eğitim düzeyi elbette. Bugün burada yaptığımız iş, ya da bizi davet gazetecilerin iletişim fakültelerinde verecekleri konferanslar, ya da ders sorumluluğu üstlenmeleri karşılıklı olarak düzeylerin yükseltilmesine katkı sağlayabilir. Şunu çok açık ve net bir şekilde söylemeliyim ki, bizlerin de gazetecilerden öğrenecek çok şeyimiz var... Bu anlamda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi olarak sektörden ve gazetecilerden gelecek katkıyı çok önemsediğimizi, bazı derslerimizin profesyonel olarak gazetecilik yapan hocaları tarafından verildiğini sevinerek söylemeliyim. Aynı şekilde diğer iletişim Fakültelerinde de gerek ulusal, gerekse yerel basın profesyonellerinin bazı gazetecilik derslerinin eğitiminde önemli katkı verdiklerini görmekteyiz.
2. Karşılıklı saygıya, güvene ve değere dayalı işbirliklerinin hem iletişim ortamının organizasyonu, hem de fakültenin daha dinamik ve gerçekçi bir eğitim vermesine katkısı olabilir. Ne kuramsız uygulamanın, ne de uygulamasız kuramın iletişim eğitimi için yeterli değildir; dolayısıyla standartların yükselmesi adına yakın ve doğru ilişkiler her iki taraf adına da önemli açılımlar sağlayabilir.
3. İletişim fakültelerinde staj zorunlu hale gelebilir ve bu stajın en az bir yılının yerel basında yapılması, hem gençlerin yerel basını tanımaları, hem ileride kendi istihdamlarının koşullarının hazırlanmasına hem de yerel basına genç, dinamik ve eğitimli bir katkı vermelerine neden olabilir.
4. Karşılıklı olarak matbaaların, gazetelerin, fakültelerin ve stüdyoların ortak kullanımı sağlanabilir, böylelikle hem yerel basın akademiyi daha yakından takip edebilir, hem de fakülte öğrencileri bizzat bu gazetelere giderek işi yerinde öğrenebilme şansına sahip olur…
5. Sektörün karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden ikisinin tiraj ve nitelikli işgücü olduğunu görmekteyiz. Yerel basın bir şekilde gençler için hem okunabilme, hem de çalışabilme adına idealize edilen kurumlar olmalıdır. Maalesef yarının gazetecilerinin yerel basını takip etmediğini görüyoruz; dolayısıyla iletişim fakülteleriyle kurulabilecek sağlıklı işbirliklerin, öğrencilere yönelik çeşitli kampanyaların gençlerde bir sempati yaratacağı, ve bu sempatinin tiraja yansıyacağı umulabilir.
6. Ortak projeler geliştirilebilir. İletişime ve etkileşime hazır olmak yeni yeni projelerin hayata geçmesini sağlayabilir. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Gazeteciler Federasyonu tarafından organize edilen Yerelnet projesi bu anlamda yarınlara da ışık tutacak bir çalışmadır. Benzerlerini de hayata geçirmek istek ve iradeyle, fevkalade mümkündür. Aynı şekilde yine Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ile Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin işbirliğiyle düzenlenen Bilimin Işığında Medya Seminerleri de son derece başarılı bir ortak projedir.
7. Aynı şekilde yereldeki radyo ve televizyonlarda çokça karşılaşılan program çeşitliliği sorununun giderilmesi ve çeşitliliğin artırılması için ortak projeler yürürlüğe sokulabilir; özellikle öğrenci çalışmalarına yerel basında yer verilebilir. Aynı şekilde gazetecilik uygulamaları açısından da, zaman zaman iletişim fakülteleri yerel basın için; zaman zaman da yerel basın iletişim fakültelerindeki yayınlar için bir emsal teşkil edebilir. Mesela Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkarmış olduğu Bursa Defteri bu anlamda gerçekten çok nitelikli bir yayındır.
8. Kurulabilecek doğru bir işbirliğiyle fakülte mezunlarının istihdam sorunu, yerel basının da nitelikli işgücü sorunu ciddi oranda çözümlenebilir... Malum olduğu üzere iletişim fakültelerinin bu denli plansız açılmalarının sonucunu, bu fakültelerde çalışan öğrenciler ödüyor. Çok az iletişim fakültesi mezunu, eğitim aldığı konuya dönük bir işte çalışıyor. Bu arada yerel basında da iletişim fakültesi mezunu bulmak neredeyse mümkün değil… Mustafa Şeker tarafından yazılan Yerel Gazeteler isimli kitaba göre, Bursa gazetelerinde çalışan 364 yerel basın mensubunun ancak 24 tanesi iletişim fakültesi mezunu… Tabii bu durumda kentte bir iletişim fakültesinin olmaması son derece belirleyici; ama yerel basının en gelişmiş birkaç ilinden biri olan Bursa’da bile rakamların çok iç açıcı olmadığını görüyoruz. Bir taraf iş diye haykırıyor, diğer taraf nitelikli eleman peşinde ama bir türlü tarafların arasında sağlıklı bir nikah kıyılamıyor… Kayseri’de 145 yerel basın çalışanının ne kadarı iletişim fakültesi mezunu dersiniz: sadece 6’sı, 145’de 6!! Konya’da ise bu sayı 197’de 17…. Dolayısıyla bu rakamlar üzerinde dikkatlice düşünmenin ve çözüm önerilerini hayata geçirme konusunda ısrarlı olmanın vakti gelmiştir. Pek çok yerde yerel basının sağlayabildiği ekonomik olanakların, iletişim fakültesi mezunlarını tatmin etmediğini görüyoruz. O zaman istihdamın, daha doğrusu sağlıklı istihdamın öncelikli gereğine geliyoruz, geldiğimiz nokta aynı zamanda yerel basının da birincil sorunu, yani gelip tıkandığımız nokta ekonomik yapının sağlıklı istihdama olanak vermemesi… İstihdam sorunun çözümünün en önemli basamağı, yerel basınla iletişim fakülteleri arasında kurulacak sağlıklı işbirliğinden geçmektedir.
9. Ve hepsinden önemlisi kurulabilecek sağlıklı işbirlikleri demokrasinin daha iyi işlemesine de olanak sağlayacaktır. Çünkü, demokrasi için yerel bilinç şarttır. Yerel medyanın yerel demokrasi ve yerel özgürlükler platformudur. Yerelin gelişme ve güçlenmesi, yerel medyanın gelişme ve güçlenmesinden geçer. Küreselleşmenin etkisini köylerde dahi yoğun bir şekilde hissettirdiği bu dönemde, yerel basına sahip çıkmamız gerekiyor. Yoksa gitgide tecimselleşen bu iletişim ortamında yarın kimse bizin sesimiz olmaz! Beylik lafların ötesinde gerçekten de yerel basın geçmişten günümüze ülke demokrasisi için önemli hizmetler vermiş, halk adına kamu kurum ve kuruluşlarını denetleyerek haksızlıkların azaltılması ve görevlerin yerine getirilmesi noktasında önemli bir uyarıcı vazifesi görmüş ve yayınlandıkları bölgelerin gelişmesinde rol oynamışlardır. Aynı zamanda bu basın kuruluşları pek çok önemli gazetecinin yetişmesi ve istihdamı konusunda da adeta bir okul vazifesi görerek ülke basının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Bu misyon ve görev günümüz koşullarında daha da önem kazanmaktadır. Yaygın basınının gitgide tekelleştiği, uluslar arası güç odaklarının iletişim ortamını kendi lehlerine organize etme adına ciddi adımlar attığı ve basın dışı sermayenin iletişim ortamında son derece aktif bir konuma geldiği böylesine bir ortamda yerel basının önemi daha da pekişmektedir. Evet yerel basın önemlidir, hem de çok önemlidir.

Güzel başladık, güzel bitirmek isterdim ama yaşadığımız realitenin, konuşmamın başından beri vurguladığım sağlıklı işbirliklerinden çok, sıklıkla sağlıksız işbirliklerine olanak verdiğini gözlemliyoruz. Tabii bunda hem yerel basının hem de iletişim fakültelerinin bu işbirliği adımını atmak için kendilerini zorlamamaları büyük etken… Onun da ötesinde bu iki kurumun kendi içi sıkıntılarına odaklanmaları, dışarıyla etkileşimlerini olumsuz yönde etkiliyor. Ben iletişim fakültelerinde verilen gazetecilik eğitiminin de, hem teoride hem de pratikte ciddi ölçüde sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Oralardaki sıkıntılar da bugün karşı karşıya kaldığımız sıkıntıların oluşumunda önemli bir etken… Özetle ciddi sıkıntılar var, ve o yüzden de bu işbirliği beklenen düzeyde olmuyor. Tekrar ediyorum yerel basın iletişim fakültelerinin asla ihmal etmemeleri gereken, her zaman beraber yürümeyi önceledikleri bir alan olmalı. Aynı şekilde yerel basın da iletişim fakültelerinde verilen eğitime katkı sağlama konusunda daha yapıcı olmalı. Dolayısıyla sürekli iletişim ve etkileşim halinde olmanın hem yerel basın adına, hem de fakültelerimiz adına son derece önemli faydaları vardır. Bu aynı zamanda demokrasimizin ve burada bulunan pırıl pırıl gazeteci olmak isteyen gençlerimizin de önünü açacaktır…

KAYNAKLAR

Tokgöz, O. (2003). “Türkiye’de İletişim Eğitimi: Elli Yıllık Bir Geçmişin Değerlendirilmesi”, Kültür ve İletişim, Sayı:6
Duran, R. (2000). Medyamorfoz, İstanbul: Avesta Yayıncılık
Şeker, M. (2007). Yerel Gazeteler, Konya: Tablet Yayınevi
Arık, M. B. (2007). “Türkiye’de Gazetecilik Eğitimi: Tespitler ve Açmazlar”, Bir Sorun Olarak Gazetecilik, Editörler: M. Bilal Arık – Mustafa Şeker, Konya: Tablet Yayınevi

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. M. Bilal Arık'ın 19 Nisan 2008 tarihinde verdiği “Yerel basın ve iletişim fakülteleri” konulu seminer.

Yerel Basın ve İletişim Politikaları

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer, özellikle medya mensuplarının öğrenmesi veya hatırlaması gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

1965 yılından beri öğrenci, iletişimci, öğretmen ve araştırmacı olarak iletişim alanında öğrendiklerimi sizinle paylaşmak için buradayım. Her şeyi anlatmaya çalışmama olanak yok, ama sizin de işinize yarayabileceğini düşündüğüm bazı önemli noktaları bilginize sunmak, birlikte düşünmeye çalışmak ve mümkünse sorunların çözümü için yol gösterebilmek konusunda katkım olursa görevimi yapmış olacağımı düşünüyorum.
Söze başlarken, iletişim sorunlarını anlamak ve çözüm üretebilmek için dünyada ne olup bittiğinin farkında olmanız gerektiğini söylemek isterim. Dünyayı kim(ler) yönetiyor, sermaye hareketleri nasıldır, paranın denetimi için geliştirilen yeni yöntemler nedir? gibi soruları her gün olmasa da belli aralıklarla kendinize sormanız gerekir. Bu soruların bir genel (dünya) bir de özel (Türkiye ve Bursa) yanıtları vardır. Hepsini titizlikle izler, yanıtları akılda tutabilirseniz, olağanüstü iyi bir gazeteci olmanız mümkündür. Gazeteci günlük işleri kovalarken bunlara vakit bulamaz demeyiniz. Mutlaka belirli aralıklarla ama hiç olmazsa yılda bir kere, iktisatçıları, toplumbilimcileri, uluslararası sorunları iyi bildiğini düşündüğünüz insanları dinleyerek, onlarla konuşarak dünyanın gidişini değerlendirmenizi öneriyorum. Aksi takdirde günlük gelişmeler bütün yaşamınız boyunca sizi yönetir, düşünmenize, doğru değerlendirmeler yapmanıza izin vermez. Bunu günümüzde yapmak özellikle önemli hale geldi, çünkü adına küreselleşme denilen, kapitalizmin dünyayı yöneten sistem haline gelmeye başladığı günümüzde her şey, sorunlar/çözümler genel olmaya başladı. Kore’de ya da A.B.D.’de ortaya çıkan mali bir sorun bütün dünya borsalarını, kağıt fiyatlarını, resmi ilanları etkileyebiliyor.
Sizinle paylaşacağım ikinci konu teknolojinin olağanüstü gelişimi ve iletişim dünyasını değişime uğrattığı gerçeği. Son çeyrek yüzyılda iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan gelişme sadece üretim sürecini değiştirmedi; pek çok şeyi bu arada bir türlü öğrenip uygulayamadığımız basın özgürlüğü kavramını bile değiştirdi. Bunların ne olduğunu da sorgulamamız gerekecek.
Sırayla gözden geçirmeye çalışalım.
Yaşadığımız toplumda, bugün burada sözünü ettiğimiz gazetecilik, Batı’dan, Avrupa’dan geldi. İnsanların habere her zaman gereksinimi vardı ama Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi iletişime gazetecilik denilen yeni bir biçim kazandırdı. Gazetecilik, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin öncülüğünde başka ülkelere de yayıldı. Öncelikle Ortadoğu’da yayılma alanları olan ve sömürgeleştirmeye çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu’na sokuldu. Gazeteler önce Fransızca olarak yayınlandı, sonra Türkçe gazeteler ortaya çıktı.
Bunlar geçmişte kalmıştır üzerinde durmanın gereği yoktur demeyin çünkü bu temel özellik bugün pek çok sorunumuzun kaynağını oluşturmaktadır. Gazeteyi yaratan kapitalizm ise onu geliştiren gücü burjuvazidir. Bu ikisi yoksa gazete olabilir ama farklı olur. Nasıl? Batı’da ihtiyaç duyanlara haber vermek üzere yayınlanan gazete, bizde haberden çok akıl vermek için çıkmışa benzemektedir. Ama bunun da sınırlı biçimde yapıldığını biliyoruz: gazete ve dergi sayısı, tirajları, dağıtımları sınırlıdır. Özgürlüğü de sınırlıdır. Örneğin ilk Türkçe resmi gazete Takvim-i Vekayi’den itibaren basın özgürlüğünün olduğunu söyleme olanağı yoktur. Yapılan düzenlemeler de gazete yayınlamak için önceden izin alınması esasını getirir. Hükümet içeriği memurları aracılığı ile denetler, yani sansür vardır. Osmanlı hükümetinin denetimi yanı sıra Batılı ülkelerin karışımı da basın için ayrı bir sorundur. Gazetelerin yayınına kendi ülkelerinin çıkarlarını savunmak üzere karışan Elçilikler de ayrı bir baskı odağıdır. Onlar bu gücü Kapitülasyonlar ve Osmanlı yönetiminin zayıflığından almaktadırlar.
İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre basının denetim ve gözetim altında olduğunu gösterir. 1908’de kısa süren bir özgürlük ortamından sonra basın Balkan ve I. Dünya Savaşı yüzünden sıkı bir yönetime tabi tutuldu. İstanbul’un işgali sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri hepiniz biliyorsunuz. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet yönetiminin kuruluşu basına da yeni bakış açıları getirecektir.

Cumhuriyet dönemi basını hakkında birkaç söz söylemeden önce belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. O da Cumhuriyet yönetiminin ülkenin geleceği konusunda temel politikaları iyi belirlemiş olmasıdır. Her yönetimin öyle ya da böyle bir politikasının olduğu söylenebilir, ama burada vurgulamak istediğim iyi belirlenmiş politikaların varlığıdır: ulusal bağımsızlık, ekonomik kalkınma, kültür, spor… ve basın. Dönemin politikaları değerlendirilirken bu kapsamlı bakış açısının ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim basın açısından bir değerlendirme yapıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkar: gazeteciliğin bir meslek olarak düzenlenmesi, gazetecilerin eğitimi, meslek içi eğitim programlarının sürekliliği, meslek etiğinin yerleşmesi, basının toplumsal sorumluluğunun önemli olması konuları aynı anda düşünüldü. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nün kuruluşu, 1931 Basın Yasası, 1935 Basın Kongresi, 1938 Basın Birliği Yasası. Bu düzenlemeler sözü edilen politikaların temel taşlarıdır. Ama bugün bu döneme ilişkin bir değerlendirme yapıldığında, genel olarak hatırlanmak istenen basın üzerindeki gerçekleştirilen denetimdir. Hükümetin genel politikasına aykırı yayınların kapatılabileceğini öngören Basın Yasasının 50. maddesi hep akıllarda tutulmak istenir. Bu doğrudur ama dönemin politikasının ana hedefi bu denetimin sürdürülmesinden çok gazetecilerin iyi yetişmesi ve cumhuriyet ilkelerine sahip çıkan yayınlar yapabilmesidir. Bunun için eğitim konusundaki arayışlar ilginçtir ve bugün yaptıklarımızla ilgili olduğundan hatırlanmasında yarar olabilir.
1931 Basın Yasası yazıişleri müdürleri için lise ya da yüksekokul mezunu olmak koşulu getirdi. Uygulama için de süre öngördü. Başbakan İsmet İnönü bu konuyu açıklarken, çocuklarımızı yetiştirmekle görevli öğretmenlerin çok sayıda kurala bağlı olduklarını, ama her gün herkese her konuda fikir veren gazetecilerin yetişmesi için herhangi bir kuralın olmadığını hatırlattı. Gazetecilerin de iyi yetişmesi gerekirdi. Nitekim İstanbul’daki Darülfünün’da bir gazetecilik okulu açılmak üzere girişimler de başladı. Ama gazetecilerden gelen baskılarla yasadaki eğitim şartı kaldırıldı. Gazetecilik Enstitüsü’nün açılması 1950 yılında, SBF Basın Yayın Yüksekokulu’nun kuruluşu 1965 yılında gerçekleştirildi.
Bu noktada şunu hatırlatmama izin vermenizi rica ederim. 2004 yılında kabul edilen basın yasası sorumlu yazı işleri müdürünün lise mezunu olmasını ve 18 yaşını doldurmuş olmasını yeterli görmektedir. Bir yandan hemen herkes dünya ve ülke gelişmelerinin ne kadar karmaşık hale geldiğini, iletişim çağının iyi anlaşılması gerektiğini söylemekte, öte yandan lise mezunu ve 18 yaşında bir gencin bunların altından kalkabileceği düşünülmektedir. Ne acı bir çelişki! Günümüz koşulları bir gazetede sadece sorumlu yazı işleri müdürünün değil, pek çok uzman, iyi yetişmiş, yüksek lisans ve doktora yapmış gazetecinin bulunmasını zorunlu kılmasına rağmen yasa koyucu 1930’lu yılların gerisinde kalan ve bunu Avrupa Birliği’ne uyum adına yaptığını söyler hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde olan ve bugün olmayan özellik bu noktadadır. Gazetelere sağlanan kamu desteğinin daha iyi hizmet için olduğu gerçeği unutulmak istenmektedir. Hükümet bir gazeteye ilan, kredi gibi destekler verecekse gazetenin de daha iyi yetişmiş eleman çalıştırmak zorunluluğu olduğunu anlaması gerekmektedir. Çünkü günümüzde dünya ve ülke gelişmelerini doğru dürüst anlayıp açıklayabilecek yeteri sayıda eğitimli gazeteci olmadan iyi bir gazete çıkarmanın olanaksız olduğunu uzun boylu anlatmanın gereği de yoktur.
Türkiye’de ulusal sorunlara duyarlı bir gazetecilik mesleği geliştirilme yolundayken 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan koşullar bütün kazanımların yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açtı. 1946 yılında başlayan süreç Demokrat Parti döneminde hızlanarak sürdü ve iletişim alanında para egemen kılındı. Meslek ilkeleri yerine önce siyasal iktidarın sonra sermayenin para aracılığı ile kurduğu egemenlik güçlenerek sürdü.
Bedi Faik anılarını Matbuat, Basın derken... Medya başlığı ile yayınlamaya başladı. Türkiye’de gerçekten de iletişim alanı Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana matbuat, basın ya da medya evresinde iki önemli güç arasında gelişimini sürdürmeye çalıştı. Bunlar ulusal ve uluslararası güçlerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında birincisi görece güçlenip kuralları belirlemeye çalışınca gazetecilik mesleğinin gelişme olanağı ortaya çıkmıştı. Ama uluslararası koşullar ikincinin rolünü ve önemini arttırınca koşullar değişti ve özgürlük adına serbestlik hatta kuralsızlık ön plana çıktı. Bugün de ikinci evrenin giderek güçlendiğini söylemek mümkündür.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminin genel ilkelerinin izlendiği dönem kısa bir süre de olsa 27 Mayıs devrimi sonrasında gözlendi. Gazetecilerin çalışma koşullarının ve gelir düzeylerinin iyileştirilmesi, Basın İlan Kurumu’nun oluşturulması, nihayet 1961 Anayasa’sının ilkeleri doğrultusunda demokrat, katılımcı bir toplum ve sosyal yanı ağır basan bir devlet anlayışı ön plana çıktı. Bunun da çok uzun sürmediğini biliyoruz. DP politikaları Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde yavaş ama kararlı bir biçimde uygulamaya geçirilirken asıl önemli büyük adım 1980 sonrasında Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde atıldı. Türkiye Batı dünyasına ne pahasına olursa olsun eklemlenmeye çalıştı. Bu politika sadece paranın egemenliğini güçlendirmekle kalmadı, basında gelişen örgütlenmeyi ortadan kaldırdı; medya dünyasını yeniden ticari yayıncılığın katılımıyla biçimlendirdi; tekelleşme eğilimlerini güçlendirdi.
Bu gelişmeler kuşkusuz sadece Türkiye’deki yöneticilerin dünya gelişmelerini iyi anlamaları ve ulusal politikaları bu doğrultuda biçimlendirmeleriyle ortaya çıkmadı. Tam tersine ihmal edilmiş ulusal politikalar, ortaya çıkan yeni uluslararası gelişmelerle yönlendirildi, biçimlendirildi. Somut bir örnek vermek gerekirse, telefon yatırımlarının büyük ölçüde ihmal edildiği 70’li yıllar sonrasında telefon sahibi olmak büyük bir sorun haline gelince ülke, 80’li yıllarda küreselleşmenin dayattığı yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri yakalayabilmek için uluslararası telekomünikasyon şirketlerinin gözdesi haline geldi. Turgut Özal çağdaş yönetici rolünü oynarken, ülke pahalı yatırımların, pahalı telefon kullanımının faturasını ödedi. Ardından iletişim alanındaki özelleştirme politikaları telefon alt yapı yatırımlarının üstüne gelip yerleşti. Yurttaş telefon kullanabildiği için mutlu oldu ama bunun hangi maliyetle nasıl gerçekleştiği konusunda yeterince bilgilendirilmedi. Kaldı ki aynı anda gazeteler de izlenen politikaların övgüsünü yapmakla meşguldüler.
Bu gelişmelerin öngörülmesi çok zor bir başka sonucu daha oldu. Ticari radyo televizyon yayıncılığının başlaması ile kitle iletişim araçlarının gücü konusu yeniden gündeme geldi. Geleneksel olarak dördüncü güç olarak nitelenen basının (medya) Türkiye koşullarında sıralamadaki yeri değişmeye başladı. Olaylara ve bu olaylarda oynadığı role göre, iletişim araçları yasama, yürütme ve yargının önüne geçebilecek bir güç olarak değerlendirilmeye başlandı. Bazen birinci güç haline geldiği düşüncesi bile doğdu. Ancak iyi bilinmesi ve akılda tutulması gereken nokta gücü artan iletişim araçlarının bu gücü kime dayanarak nasıl elde ettiğinin sorgulanması gerekir. Çünkü gelişmeler şu gerçeğin apaçık ortaya çıkmasına yol açmıştır: Türkiye’de siyasal iktidarlar hala zenginliğin kaynağını kontrol edebilmektedirler. Kitle iletişim araçları bu güçle iyi geçinerek durumlarını güçlendirmeyi, gelirlerini arttırmayı çok iyi öğrenmişlerdir. Ancak bu tabloya bir de uluslararası güçlerin eklenmesi gerekir.
Gelişmelerin uluslararası boyutuna bakınca karşımıza çıkan durum şudur: iletişim bugün büyük ölçüde olağanüstü teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren A.B.D.’nin denetlediği internet teknolojisi üzerinden gerçekleşmektedir. Telefon, bilgisayar ve uydu/kablo teknolojilerinin ortaklaşa yarattığı bu yeni ortam son derece etkili, başarılı ve hızlıdır. Denetim gücü de bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bir ölçüde A.B.D. hariç, ulus devletlerin internet içeriğini denetlemesi, tek başına belirlemesi olanaksızdır. Bu teknolojiler sayesinde hemen herkesin ne yaptığı, ne söylediği izlenebilir, dinlenebilir hale geldiyse de bunların yönetimi konusunda herhangi bir uluslararası yeni düzenleme yapılması olanaksız görünmektedir. Tersine yeni teknolojiler ülkelerin politikalarını, yasalarını değiştirmeye zorlamaktadır. Önemli örnek belki basın özgürlüğü yerine yurttaşın bilgi alma hakkı, iletişim hakkı kavramları ile açıklanan yeni bir özgürlük anlayışıdır. Bu hemen herkesin olan biten konusunda bilgi verebileceği, yorum yapabileceği -herkesin gazeteci olması- gerçeğinden hareketle iletişim alanının düzenlenmesini gerektirmektedir. Kamu elindeki bütün bilgi ve belgeleri ulaşılabilir kılmalı, dileyen bunlara -bazı sınırlamalar dışında- dilediği zaman ulaşabilmeli ve kullanabilmelidir. Bu önemli bir gelişmedir. Gazetecinin de yararlanabileceği bir durumdan söz edilmektedir. Ama 19. yüzyılda ortaya çıkan basın özgürlüğünü hala anlama ve uygulama konusunda sıkıntı çeken, gazeteciliği gereksinimleri dolayısıyla değil, dünya sistemi dayattığı için geliştiren ülkelerin durumu ne olacaktır. Bir özgürlük anlayışından ötekine nasıl geçebileceklerdir? Ya da geçmeleri olası mıdır?
Bu sorunlar teknolojileri yaratan ve geliştiren, dünya sisteminin bunlara uygun hale getirilmesini isteyen ülkeler açısından önemli değildir. Çünkü onlar sistemin nasıl işlediği ile değil, gereksinim duyduğu bilgileri taşıyıp taşımadığı ile ilgilidirler. Bu öylesine önemli bir konudur ki uluslararası örgütler -Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Telekomünikasyon Birliği- görevlerini yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaştırılmasına bağlamışlardır. Hepsi internet kullanımının yaygınlaşması ve bütün alanları kapsar hale gelmesi için proje üretmekte, düşünce geliştirmekte, uluslararası sözleşmeler hazırlamaktadırlar.
Gelecek budur. Daha yakından denetlenen bir dünya iletişim sistemi ile karşı karşıyayız. Bu, hepinizin bildiği, okuduğu, 1984 romanında öngörülenden daha ileri bir durumdur. Ülkemizdeki örneklerini Ergenekon adı verilen dava dolayısıyla sıkça görmekteyiz. Yasalar hiçe sayılarak yapılan telefon dinlemeleri, elektronik postalarının izlenmesi ve bunlar üzerinden insanların tutuklanması, yargılanması kaygı verici gelişmeler. Ama bu durumun dünyanın her köşesinde yapıldığını akılda tutmak zorundayız. İktidarın sürdürülebilmesi için her yola başvurulabildiği, insanın temel haklarının hiçe sayıldığı bir zamanda yaşadığımızı bilmeliyiz. Bu davranışlara izin ve olanak veren rejimlerin insanlık açısından büyük sakıncalar yarattığını, baskı ve terör yönetimlerine olanak verdiğini söylemeye gerek yok. Ama bütün bunlar gazetecilik mesleğinin yeniden çok önemli hale geldiğinin de kanıtı olsa gerek. Mesleğin toplumsal sorumluluklarını hatırlamakta, geçmişteki örnekler üzerinde düşünmekte yarar var. Gazetecinin tarihin kaydını tutan insan olduğu doğrudur, ama bu kayıt ne kadar ayrıntılı ve iyi tutulursa insanların yaşananlar üzerinde düşünmesine ve sorgulamasına ve gelecek için doğru yolu aramasına o kadar çok olanak vardır.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın 7 Haziran 2008 tarihinde verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer.