14 Temmuz 2009 Salı

Çin tekstili tasarımı da öğrendi

cinmodasiic3

Türk tekstili, tekstilcilerin markalaşma çabalarına rağmen kan kaybetmeye devam ederken, Çin tekstili ucuz üretim avantajına “tasarım” yeteneğini de ekledi.
Bu gelişmenin ne anlama geldiğini en iyi tekstilciler bilir. Seslerini bir türlü duyuramayan, duyurduklarında da sonuç alamayan tekstilcimizin halini rakamlar çok net ortaya koyuyor:
. 2003-2008 yılları arasında kapanan firma sayısı 490 bin,
. Krizde sektörden 3 bin firma kapandı, 3 bin firma daha kapanmanın eşiğinde,
. Hazır giyim ihracatı 2009’un ilk 6 ayında yüzde 25 geriledi.
. İç pazarda hazır giyim harcamaları yüzde 13 azaldı.
. Ağustos 2008'de 346 bin olan kayıtlı tekstil çalışan sayısı Mart 2009 itibariyle 309 bine, Ağustos 2008'de 434 bin olan kayıtlı hazır giyimde çalışan sayısı 362 bine geriledi.
. Sektör için hazırlanan ve 1 Ocak 2009’da uygulanacağı söylenen “Tekstil, Hazır giyim ve Deri Sektörü Strateji Eylem Planı” lafta kaldı.
Türk tekstilinde ortaya çıkan tablo böyle. Türk tekstilinin mevcut üretim kapasitesini, istihdamını ve kredilerini korumak için destek ihtiyacının sürdüğü ortada.
Sektörün yeniden güç kazanması için hem ulusal tekstil stratejilerinin belirlenmesi ve bu stratejiler paralelinde yenilikçi ürünler geliştirilmesi, hem de otomotiv ve beyaz eşyada olduğu desteklenmesi gerekiyor.
Peki, rakibimiz Çin’de neler oluyor.
Düşük maliyet avantajına “tasarım” gücünü de ekleyen Çin, tekstilde dünyanın zirvesine oynamaya devam ediyor. Bir çok Çinli tasarımcının ismini öğrenmeye başladık bile. Örneğin Guo Pei , Wu Yong, Jiang Zhuo ve Xuan Yu, şimdiden isimlerini tüm dünyaya duyurdular. Tekstil ürünlerinde Batı stili çizgilere yer veren, bunun yanında Çin kültüründen süslemeleri kullanan Çinli tasarımcılar, krize rağmen tekstil gelirlerinin yaklaşık yüzde 25 artmasını sağladılar.
Her yıl düzenlenen Çin Uluslararası Moda Haftası da, Çinli tasarımcıları dünya devleriyle aynı platforma taşıyor.
Bundan 4-5 yıl önce moda dünyasında Çin stilinden söz edilmezken, günümüzde takip edilen konuma ulaştılar.
Sırada ne var hepimiz biliyoruz. Elbette ki markalaşma. Hızla gelişen Çin tekstili tasarımın ardından markalaşmada da söz sahibi olduğunda, dünya tekstili Çin’in tekeline girmiş olacak.
Allah, Türkiye’de yatırım ve üretim yapan, istihdam yaratan Türk tekstilcisinin yardımcısı olsun! Çünkü Allah’tan başkasının yardım edeceği yok gibi görünüyor.

Sinan Tunç
cinmodasiic2

Yerel Basın ve İletişim Fakülteleri

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. M. Bilal Arık'ın 19 Nisan 2008 tarihinde verdiği “Yerel basın ve iletişim fakülteleri” konulu seminer, medya sektörüne ilgi duyanların öğrenmesi gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

Yerel basın ve iletişim fakülteleri arasındaki ilişki konulu bir söyleşinin yerel basının ve iletişim fakültelerinin tarihiyle başlaması son derece doğaldır.
Yerel basının ilk örneklerinin ortaya çıktığı 1860’lardan günümüze kadar uzanan süreçte yerel gazetecilik, genellikle siyasal gelişmelerle de bağlantılı bir gelişim seyri izlemiştir. Osmanlı’da resmi yerel basın şeklinde ortaya çıkan ilk yerel gazeteleri, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonraki özgürlük ortamında gelişen özel girişimin yerel gazeteleri izlemiştir. I. Dünya Savaşı, işgal yılları ve bağımsızlık mücadelesi dönemleri, yerel basının halkı bağımsızlık konusunda bilinçlendiren, mücadeleye katılmalarını sağlayan önemli işlevler üstlendiği yıllar olmuştur. Cumhuriyet’in ilanından sonra yeni rejimin yerleştirilmesi sürecinde, harf devriminden sonra ve tek parti yönetimi döneminde yerel gazeteler inişli çıkışlı bir gelişim göstermişlerdir. 1946’dan sonra başlayan çok partili dönemde, siyasal ortamın hareketlenmesine bağlı olarak yerel gazetelerin sayıca arttığı görülmektedir. Demokrat Parti hükümeti döneminde de yerel basının iktidara yakın olan bölümünün çeşitli desteklerle güçlendirildiği bilinmektedir. 1960’tan sonraki dönemde resmi ilanların belli kurallar içinde dağıtılması, yerel gazetelerin sayısında büyük artış meydana getirmişse de, nicel ilerleme niteliğe yansımamıştır. 1970’lerde siyasal ve toplumsal gerginlik ortamından olumsuz etkilenmekle birlikte yerel gazetelerin sayıca artışı sürmüştür. 1980’den sonra, ekonomideki yapısal değişiklik ve askeri müdahale döneminin etkisiyle yerel basının gelişiminde bir duraklama yaşanmıştır. Ancak liberal ekonominin taşrada yarattığı yeni sermaye ve buna bağlı olarak ortaya çıkan özel ilan reklam potansiyeli, 1990’lardan sonra bazı gelişmiş illerde yeni ve görece daha güçlü yerel gazetelerin çıkmasını sağlamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde, resmi ilanlarla yaşayan az sayfalı, eski teknolojiyle üretilen geleneksel yerel gazeteler varlıklarını küçük illerde ve ilçelerde sürdürürken, sosyo-ekonomik anlamda gelişme gösteren illerde ofset teknolojiyle üretilen, çok sayfalı, içeriği zengin ve bu bağlamda ulusal gazetelerle yarışma şansı bulunan yerel gazetelerin sayısı artmıştır.
İletişim fakültelerinin tarihi gelişimine göz attığımızda da Türkiye’de, gazetecilik okulu açılması düşüncesini ilk ortaya atanın Ahmet Rasim olduğu bilinmektedir. Ahmet Rasim’in yaşadığı yıllarda gazetecilik okullarının daha yeni yeni açılmaya başlaması ve gazeteciliğin yeni bir bilim ve eğitim konusu olarak ortaya çıkması gazeteci Rasim’in dikkatinden kaçmamış ve gazetecilik okulu açılmasının gereğini şiddetle savunmuştur. 1931 yılında çıkarılan basın yasası, gazete sahipleri, başyazarları ve genel yayın yönetmenlerinin lise veya yüksek okul mezunu olma zorunluluğunu getirince, İstanbul merkezli bir Gazetecilik Okulu’nun açılması yeniden gündeme gelmiş, fakat 1933 yılında bu yasanın iptaliyle birlikte bu proje bir süre daha gündem dışına itilmiştir. Ve nihayet 1948 yılında Fehmi Yayla, Türkiye’de ilk gazetecilik okulu olan İstanbul Özel Gazetecilik Okulu’nu açmıştır.
Yine aynı yıllarda Gazetecilik Okulu’nun bir üniversite bünyesinde açılmasına yönelik faaliyetler de başlamıştır. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sedat Simavi İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne bir mektup yazarak, bir gazetecilik okulunu açmanın gereğinden bahsetmiş ve “gazeteciliğe merak edecek namzetler için umum, malumatı arttıracak, hak duygusunu telin edecek, ona iktisadi, hukuki ve içtimai malumat verecek müessese ancak bir Gazetecilik Enstitüsü olabilir” demiştir. Üniversite Senatosu Simavi’nin teklifini uygun bulmuş ve 1949 yılında aldığı bir kararla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü kurulmuştur. Burada önemli olan nokta, Gazeteciler Cemiyeti’nin ülkemizdeki gazetecilik eğitiminin başlamasına öncülük etmesidir. Benzer bir durum Ankara’da da gerçekleşmiş ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyelerinin çalışmasıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu 1965-1966 öğretim yılında eğitime başlamıştır.
Üniversitelere bağlı enstitülerin dışında, 60’lı yılların ikinci yarısında 3 özel gazetecilik okulu açılmıştır. Bu okullar, halen bu alanda eğitim veren fakültelerin de temelini oluşturmaktadır. İlk gazetecilik özel yüksek okulu, 1966 yılında kurulan İstanbul Özel Gazetecilik Yüksek Okulu’dur. Okul, 1963 yılında faaliyetlerine son veren İstanbul Özel Gazetecilik Okulu’nun devamı olarak eğitime başlamıştır. Bu okul 1971 yılında devletleştirilerek İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne İstanbul Gazetecilik Yüksekokulu adıyla bağlanmış, 1973 yılında da öğretim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. İstanbul Özel Gazetecilik Yüksek Okulu’nun adı 20 Temmuz 1982 tarihinde yürürlüğe giren 41 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Basın-Yayın Yüksekokulu olarak değiştirilmiş ve Marmara Üniversitesi'ne bağlanmıştır. Gazetecilik alanındaki ikinci özel okul 1967’de Ankara’da açılan, “Başkent Özel Gazetecilik Yüksek Okulu”dur. Bu okul da 1981 yılında devletleştirilerek, Basın Yayın Yüksek Okulu adıyla Gazi Üniversitesi bünyesine alınmıştır. 1968’de İzmir’de kurulan İzmir Karataş Özel Gazetecilik Yüksek Okulu da 1971 yılında devletleştirilerek Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu adıyla Ege Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlanmıştır.
İstanbul, İzmir ve Ankara’nın ardından, 1972 yılında Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi kurulmuştur. 1992 yılında çıkarılan bir yasa ile basın yayın yüksek okulları iletişim fakültelerine dönüştürülmüştür. Bu yasanın çıkmasından kısa bir süre sonra, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, 1993 yılında eğitim-öğretime başlamıştır. Türkiye’de iletişim eğitimi veren kurumların sayısı son yıllarda bir hayli artmıştır. Selçuk Üniversitesi’nden sonra, Galatasaray, Atatürk, Fırat, Kocaeli, Akdeniz, Erciyes, Mersin, Karadeniz Teknik ve Hacettepe Üniversitelerinde de iletişim fakülteleri kurulmuştur.
Tarihleri çok eskiye dayanan iletişim fakülteleriyle, yerel basının yolları sıklıkla kesişmiş ve başlangıcından bugüne önemli işbirliklerine imza atılmıştır. Tabii ki, yapılan işbirliği Batı’yla kıyaslandığında ciddi eksiklikler de içermektedir. Tam da bu noktada Ragıp Duran’dan bir alıntı yapmak istiyorum; acaba bu katkı ve diyalog Batı’da nasıl gerçekleşiyor diye. Yazar Medyamorfoz kitabında şöyle bir anekdota yer veriyor:
“80’lerin başında İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Nigel Lawson’un kızı, Sunday Times’ın kültür-sanat ekinde bir makale yayınlamıştı. Ertesi gün sendika ayağa kalktı: ‘Bu hanımefendinin gazetemizde imzalı yazı yamak için gerekli koşulları yerine getirmediği saptanmıştır. Yönetimin Bayan Lawson’u yazılarını bir kez daha yayınlaması halinde sendikamız gerekli işlemlere başlayacaktır.’ ‘İmzalı yazı yazmak için gerekli koşullar…’ ibaresi dikkatimi çekmişti. Sordum soruşturdum araştırdım ve öğrendim ki, İngiltere’de tıpkı Fransa’da olduğu gibi, sendikanın onayı olmadan ve sendika tarafından düzenlenen eğitim seminerlerine katılmadan ve belirli bir dizi koşulu yerine getirmeden hiç kimse gazeteye (serbest kürsü, tartışma ve uzman yazıları hariç) düzenli olarak haber, yorum ya da makale yazamıyor. Öncelikle bir yüksek okul ya da gazetecilik okulundan mezun olmak gerek. Sonra sendikanın düzenlediği 6 aylık temel gazetecilik kurslarına katılıyorsunuz. Bu aşamadan sonra bir taşra gazetesinde en az 3 yıl çalışmanız gerekiyor. Merkeze gelip sendikanın 6 aylık bir yetkinleşme stajını tamamladıktan sonra dakiklik ve doğruluk kazanmanız için sizi yine, en az 3 yıllığına bir uzman yayına gönderiyorlar. Sonraki aşama, yine 6 aylık bir staj. Ancak ondan sonra gazeteci adayı ulusal çapta yayın yapan bir gazeteye muhabir yardımcısı olarak işe başlayabiliyor.”

Burada üç önemli nokta var, dikkat edilmesi gereken:

1. Basında çalışacak olan gazetecilerin, gazetecilik okullarından mezun olma gereklikleri,
2. Yerel basında yapılması gereken stajın süresi ve bu stajın gerekliliğinin önemi,
3. Basında sendikalaşmanın önemi.

Hemen hemen tüm gelişmiş ülkelerde yerel basın, bizdeki yanlış yapılanmanın aksine hem satış, hem reklam alabilme, hem de organizasyon olarak ulusal basınla rekabet edebilir düzeydedir. İnsanlar gazete okuyacaklarsa, önce kendi kentlerindeki gazeteden başlarlar ve okurla gazeteler arasında kurulan bu sağlıklı iletişim pek çok getiriyi beraberinde getirir. Türkiye’de ise yerel basının, yaygın basınla rekabet edebilme olanaklarının son derece kısıtlı olduğunu görmekteyiz; tabiri caizse yerel basın ulusal ve hatta küresel basının tacizi altındadır. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bu kadar fazla ulusal gazete yoktur; ya da ulusal basının satış rakamlarıyla yerel basının satış rakamları arasındaki uçurum bu denli büyük değildir… Bu durum zaten okuma kültürü yeterince gelişmemiş olan ülkemizde, yerel basını yurdun pek çok yerinde yüzlü rakamlarla ifade edilebilen bir satışa ve doğal olarak bu satış nispetinde bir organizasyona mahkum etmektedir. Bursa’daki görece bu iyi havanın tüm Türkiye’de benzer ılıklıkta olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Ülke genelinde durum her anlamda kötüdür ve maalesef ileride çok daha kötüye gidecektir. Sorunlara tek tek girmek istemiyorum ama Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırlamış olduğu rapora katılıyorum: Sosyal güvenlik sorunu, teknoloji eksikliği, vasıflı personel sorunu, tiraj sorunu, kağıt sorunu gibi sorunlarla yerel basın başa çıkma zorundadır ve ülkenin geneli maalesef Bursa yerel basınının çok gerisinde bir gerçekliği yaşamaktadır.
Konunun bir diğer aktörü, yani iletişim fakültelerine gelirsek, orada da aslında tartışmamız gereken pek çok detay olduğu kanaatindeyim. Son verilere göre ülkemizdeki iletişim fakültesi sayısı 34’e ulaştı. Sivas’ta, Elazığ’da, Mersin’de, Trabzon’da, Erzurum’da, Kocaeli’de, Kayseri’de ve Konya’da iletişim fakülteleri var; ve yakın zamanlarda yeni yeni illerde, ilçelerde de bu fakültelerin açılmasını bekliyoruz…Tabii burada “Türkiye’deki iletişim fakülteleri” derken, bu eğitim kurumlarının da doğru analiz edilmesi gerekiyor…. Burada da çok ciddi organizasyon sorunları mevcut; aynı şekilde yetişmiş öğretim elemanlarından başlayan, teknoloji eksikliğine dek uzayan ve beraberinde pek çok başka sorunlarla zenginleşen….
Dolayısıyla iletişim fakülteleriyle yerel basın kuruluşları arasında gerçekleşebilecek doğru bir işbirliğinin koşulları maalesef ülke genelinde olduğu söylenemez. İdeal ve sağlıklı işbirliği uygulamalarının hayata geçebilmesi için öncelikle her iki kurumun kendi iç meselelerini çözmeleri lazım. Bu durum günümüz koşullarında pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla birazdan dile getireceğim dilek ve temennilerin geleceğe dönük olduğunu ve gerçekleşme şanslarının şu aşamada pek mümkün olmadığını, gerçekçi bir şekilde kabul ederek, önerilere geçelim isterseniz:

1. Yapılabilecek bir işbirliğinin karşılıklı olarak standartların yükseltilmesine ciddi bir katkısı olur. Katkıdan kastım eğitim düzeyi elbette. Bugün burada yaptığımız iş, ya da bizi davet gazetecilerin iletişim fakültelerinde verecekleri konferanslar, ya da ders sorumluluğu üstlenmeleri karşılıklı olarak düzeylerin yükseltilmesine katkı sağlayabilir. Şunu çok açık ve net bir şekilde söylemeliyim ki, bizlerin de gazetecilerden öğrenecek çok şeyimiz var... Bu anlamda Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi olarak sektörden ve gazetecilerden gelecek katkıyı çok önemsediğimizi, bazı derslerimizin profesyonel olarak gazetecilik yapan hocaları tarafından verildiğini sevinerek söylemeliyim. Aynı şekilde diğer iletişim Fakültelerinde de gerek ulusal, gerekse yerel basın profesyonellerinin bazı gazetecilik derslerinin eğitiminde önemli katkı verdiklerini görmekteyiz.
2. Karşılıklı saygıya, güvene ve değere dayalı işbirliklerinin hem iletişim ortamının organizasyonu, hem de fakültenin daha dinamik ve gerçekçi bir eğitim vermesine katkısı olabilir. Ne kuramsız uygulamanın, ne de uygulamasız kuramın iletişim eğitimi için yeterli değildir; dolayısıyla standartların yükselmesi adına yakın ve doğru ilişkiler her iki taraf adına da önemli açılımlar sağlayabilir.
3. İletişim fakültelerinde staj zorunlu hale gelebilir ve bu stajın en az bir yılının yerel basında yapılması, hem gençlerin yerel basını tanımaları, hem ileride kendi istihdamlarının koşullarının hazırlanmasına hem de yerel basına genç, dinamik ve eğitimli bir katkı vermelerine neden olabilir.
4. Karşılıklı olarak matbaaların, gazetelerin, fakültelerin ve stüdyoların ortak kullanımı sağlanabilir, böylelikle hem yerel basın akademiyi daha yakından takip edebilir, hem de fakülte öğrencileri bizzat bu gazetelere giderek işi yerinde öğrenebilme şansına sahip olur…
5. Sektörün karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden ikisinin tiraj ve nitelikli işgücü olduğunu görmekteyiz. Yerel basın bir şekilde gençler için hem okunabilme, hem de çalışabilme adına idealize edilen kurumlar olmalıdır. Maalesef yarının gazetecilerinin yerel basını takip etmediğini görüyoruz; dolayısıyla iletişim fakülteleriyle kurulabilecek sağlıklı işbirliklerin, öğrencilere yönelik çeşitli kampanyaların gençlerde bir sempati yaratacağı, ve bu sempatinin tiraja yansıyacağı umulabilir.
6. Ortak projeler geliştirilebilir. İletişime ve etkileşime hazır olmak yeni yeni projelerin hayata geçmesini sağlayabilir. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Gazeteciler Federasyonu tarafından organize edilen Yerelnet projesi bu anlamda yarınlara da ışık tutacak bir çalışmadır. Benzerlerini de hayata geçirmek istek ve iradeyle, fevkalade mümkündür. Aynı şekilde yine Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ile Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin işbirliğiyle düzenlenen Bilimin Işığında Medya Seminerleri de son derece başarılı bir ortak projedir.
7. Aynı şekilde yereldeki radyo ve televizyonlarda çokça karşılaşılan program çeşitliliği sorununun giderilmesi ve çeşitliliğin artırılması için ortak projeler yürürlüğe sokulabilir; özellikle öğrenci çalışmalarına yerel basında yer verilebilir. Aynı şekilde gazetecilik uygulamaları açısından da, zaman zaman iletişim fakülteleri yerel basın için; zaman zaman da yerel basın iletişim fakültelerindeki yayınlar için bir emsal teşkil edebilir. Mesela Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkarmış olduğu Bursa Defteri bu anlamda gerçekten çok nitelikli bir yayındır.
8. Kurulabilecek doğru bir işbirliğiyle fakülte mezunlarının istihdam sorunu, yerel basının da nitelikli işgücü sorunu ciddi oranda çözümlenebilir... Malum olduğu üzere iletişim fakültelerinin bu denli plansız açılmalarının sonucunu, bu fakültelerde çalışan öğrenciler ödüyor. Çok az iletişim fakültesi mezunu, eğitim aldığı konuya dönük bir işte çalışıyor. Bu arada yerel basında da iletişim fakültesi mezunu bulmak neredeyse mümkün değil… Mustafa Şeker tarafından yazılan Yerel Gazeteler isimli kitaba göre, Bursa gazetelerinde çalışan 364 yerel basın mensubunun ancak 24 tanesi iletişim fakültesi mezunu… Tabii bu durumda kentte bir iletişim fakültesinin olmaması son derece belirleyici; ama yerel basının en gelişmiş birkaç ilinden biri olan Bursa’da bile rakamların çok iç açıcı olmadığını görüyoruz. Bir taraf iş diye haykırıyor, diğer taraf nitelikli eleman peşinde ama bir türlü tarafların arasında sağlıklı bir nikah kıyılamıyor… Kayseri’de 145 yerel basın çalışanının ne kadarı iletişim fakültesi mezunu dersiniz: sadece 6’sı, 145’de 6!! Konya’da ise bu sayı 197’de 17…. Dolayısıyla bu rakamlar üzerinde dikkatlice düşünmenin ve çözüm önerilerini hayata geçirme konusunda ısrarlı olmanın vakti gelmiştir. Pek çok yerde yerel basının sağlayabildiği ekonomik olanakların, iletişim fakültesi mezunlarını tatmin etmediğini görüyoruz. O zaman istihdamın, daha doğrusu sağlıklı istihdamın öncelikli gereğine geliyoruz, geldiğimiz nokta aynı zamanda yerel basının da birincil sorunu, yani gelip tıkandığımız nokta ekonomik yapının sağlıklı istihdama olanak vermemesi… İstihdam sorunun çözümünün en önemli basamağı, yerel basınla iletişim fakülteleri arasında kurulacak sağlıklı işbirliğinden geçmektedir.
9. Ve hepsinden önemlisi kurulabilecek sağlıklı işbirlikleri demokrasinin daha iyi işlemesine de olanak sağlayacaktır. Çünkü, demokrasi için yerel bilinç şarttır. Yerel medyanın yerel demokrasi ve yerel özgürlükler platformudur. Yerelin gelişme ve güçlenmesi, yerel medyanın gelişme ve güçlenmesinden geçer. Küreselleşmenin etkisini köylerde dahi yoğun bir şekilde hissettirdiği bu dönemde, yerel basına sahip çıkmamız gerekiyor. Yoksa gitgide tecimselleşen bu iletişim ortamında yarın kimse bizin sesimiz olmaz! Beylik lafların ötesinde gerçekten de yerel basın geçmişten günümüze ülke demokrasisi için önemli hizmetler vermiş, halk adına kamu kurum ve kuruluşlarını denetleyerek haksızlıkların azaltılması ve görevlerin yerine getirilmesi noktasında önemli bir uyarıcı vazifesi görmüş ve yayınlandıkları bölgelerin gelişmesinde rol oynamışlardır. Aynı zamanda bu basın kuruluşları pek çok önemli gazetecinin yetişmesi ve istihdamı konusunda da adeta bir okul vazifesi görerek ülke basının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Bu misyon ve görev günümüz koşullarında daha da önem kazanmaktadır. Yaygın basınının gitgide tekelleştiği, uluslar arası güç odaklarının iletişim ortamını kendi lehlerine organize etme adına ciddi adımlar attığı ve basın dışı sermayenin iletişim ortamında son derece aktif bir konuma geldiği böylesine bir ortamda yerel basının önemi daha da pekişmektedir. Evet yerel basın önemlidir, hem de çok önemlidir.

Güzel başladık, güzel bitirmek isterdim ama yaşadığımız realitenin, konuşmamın başından beri vurguladığım sağlıklı işbirliklerinden çok, sıklıkla sağlıksız işbirliklerine olanak verdiğini gözlemliyoruz. Tabii bunda hem yerel basının hem de iletişim fakültelerinin bu işbirliği adımını atmak için kendilerini zorlamamaları büyük etken… Onun da ötesinde bu iki kurumun kendi içi sıkıntılarına odaklanmaları, dışarıyla etkileşimlerini olumsuz yönde etkiliyor. Ben iletişim fakültelerinde verilen gazetecilik eğitiminin de, hem teoride hem de pratikte ciddi ölçüde sorgulanması gerektiği kanaatindeyim. Oralardaki sıkıntılar da bugün karşı karşıya kaldığımız sıkıntıların oluşumunda önemli bir etken… Özetle ciddi sıkıntılar var, ve o yüzden de bu işbirliği beklenen düzeyde olmuyor. Tekrar ediyorum yerel basın iletişim fakültelerinin asla ihmal etmemeleri gereken, her zaman beraber yürümeyi önceledikleri bir alan olmalı. Aynı şekilde yerel basın da iletişim fakültelerinde verilen eğitime katkı sağlama konusunda daha yapıcı olmalı. Dolayısıyla sürekli iletişim ve etkileşim halinde olmanın hem yerel basın adına, hem de fakültelerimiz adına son derece önemli faydaları vardır. Bu aynı zamanda demokrasimizin ve burada bulunan pırıl pırıl gazeteci olmak isteyen gençlerimizin de önünü açacaktır…

KAYNAKLAR

Tokgöz, O. (2003). “Türkiye’de İletişim Eğitimi: Elli Yıllık Bir Geçmişin Değerlendirilmesi”, Kültür ve İletişim, Sayı:6
Duran, R. (2000). Medyamorfoz, İstanbul: Avesta Yayıncılık
Şeker, M. (2007). Yerel Gazeteler, Konya: Tablet Yayınevi
Arık, M. B. (2007). “Türkiye’de Gazetecilik Eğitimi: Tespitler ve Açmazlar”, Bir Sorun Olarak Gazetecilik, Editörler: M. Bilal Arık – Mustafa Şeker, Konya: Tablet Yayınevi

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. M. Bilal Arık'ın 19 Nisan 2008 tarihinde verdiği “Yerel basın ve iletişim fakülteleri” konulu seminer.

Yerel Basın ve İletişim Politikaları

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer, özellikle medya mensuplarının öğrenmesi veya hatırlaması gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

1965 yılından beri öğrenci, iletişimci, öğretmen ve araştırmacı olarak iletişim alanında öğrendiklerimi sizinle paylaşmak için buradayım. Her şeyi anlatmaya çalışmama olanak yok, ama sizin de işinize yarayabileceğini düşündüğüm bazı önemli noktaları bilginize sunmak, birlikte düşünmeye çalışmak ve mümkünse sorunların çözümü için yol gösterebilmek konusunda katkım olursa görevimi yapmış olacağımı düşünüyorum.
Söze başlarken, iletişim sorunlarını anlamak ve çözüm üretebilmek için dünyada ne olup bittiğinin farkında olmanız gerektiğini söylemek isterim. Dünyayı kim(ler) yönetiyor, sermaye hareketleri nasıldır, paranın denetimi için geliştirilen yeni yöntemler nedir? gibi soruları her gün olmasa da belli aralıklarla kendinize sormanız gerekir. Bu soruların bir genel (dünya) bir de özel (Türkiye ve Bursa) yanıtları vardır. Hepsini titizlikle izler, yanıtları akılda tutabilirseniz, olağanüstü iyi bir gazeteci olmanız mümkündür. Gazeteci günlük işleri kovalarken bunlara vakit bulamaz demeyiniz. Mutlaka belirli aralıklarla ama hiç olmazsa yılda bir kere, iktisatçıları, toplumbilimcileri, uluslararası sorunları iyi bildiğini düşündüğünüz insanları dinleyerek, onlarla konuşarak dünyanın gidişini değerlendirmenizi öneriyorum. Aksi takdirde günlük gelişmeler bütün yaşamınız boyunca sizi yönetir, düşünmenize, doğru değerlendirmeler yapmanıza izin vermez. Bunu günümüzde yapmak özellikle önemli hale geldi, çünkü adına küreselleşme denilen, kapitalizmin dünyayı yöneten sistem haline gelmeye başladığı günümüzde her şey, sorunlar/çözümler genel olmaya başladı. Kore’de ya da A.B.D.’de ortaya çıkan mali bir sorun bütün dünya borsalarını, kağıt fiyatlarını, resmi ilanları etkileyebiliyor.
Sizinle paylaşacağım ikinci konu teknolojinin olağanüstü gelişimi ve iletişim dünyasını değişime uğrattığı gerçeği. Son çeyrek yüzyılda iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan gelişme sadece üretim sürecini değiştirmedi; pek çok şeyi bu arada bir türlü öğrenip uygulayamadığımız basın özgürlüğü kavramını bile değiştirdi. Bunların ne olduğunu da sorgulamamız gerekecek.
Sırayla gözden geçirmeye çalışalım.
Yaşadığımız toplumda, bugün burada sözünü ettiğimiz gazetecilik, Batı’dan, Avrupa’dan geldi. İnsanların habere her zaman gereksinimi vardı ama Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi iletişime gazetecilik denilen yeni bir biçim kazandırdı. Gazetecilik, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin öncülüğünde başka ülkelere de yayıldı. Öncelikle Ortadoğu’da yayılma alanları olan ve sömürgeleştirmeye çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu’na sokuldu. Gazeteler önce Fransızca olarak yayınlandı, sonra Türkçe gazeteler ortaya çıktı.
Bunlar geçmişte kalmıştır üzerinde durmanın gereği yoktur demeyin çünkü bu temel özellik bugün pek çok sorunumuzun kaynağını oluşturmaktadır. Gazeteyi yaratan kapitalizm ise onu geliştiren gücü burjuvazidir. Bu ikisi yoksa gazete olabilir ama farklı olur. Nasıl? Batı’da ihtiyaç duyanlara haber vermek üzere yayınlanan gazete, bizde haberden çok akıl vermek için çıkmışa benzemektedir. Ama bunun da sınırlı biçimde yapıldığını biliyoruz: gazete ve dergi sayısı, tirajları, dağıtımları sınırlıdır. Özgürlüğü de sınırlıdır. Örneğin ilk Türkçe resmi gazete Takvim-i Vekayi’den itibaren basın özgürlüğünün olduğunu söyleme olanağı yoktur. Yapılan düzenlemeler de gazete yayınlamak için önceden izin alınması esasını getirir. Hükümet içeriği memurları aracılığı ile denetler, yani sansür vardır. Osmanlı hükümetinin denetimi yanı sıra Batılı ülkelerin karışımı da basın için ayrı bir sorundur. Gazetelerin yayınına kendi ülkelerinin çıkarlarını savunmak üzere karışan Elçilikler de ayrı bir baskı odağıdır. Onlar bu gücü Kapitülasyonlar ve Osmanlı yönetiminin zayıflığından almaktadırlar.
İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre basının denetim ve gözetim altında olduğunu gösterir. 1908’de kısa süren bir özgürlük ortamından sonra basın Balkan ve I. Dünya Savaşı yüzünden sıkı bir yönetime tabi tutuldu. İstanbul’un işgali sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri hepiniz biliyorsunuz. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet yönetiminin kuruluşu basına da yeni bakış açıları getirecektir.

Cumhuriyet dönemi basını hakkında birkaç söz söylemeden önce belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. O da Cumhuriyet yönetiminin ülkenin geleceği konusunda temel politikaları iyi belirlemiş olmasıdır. Her yönetimin öyle ya da böyle bir politikasının olduğu söylenebilir, ama burada vurgulamak istediğim iyi belirlenmiş politikaların varlığıdır: ulusal bağımsızlık, ekonomik kalkınma, kültür, spor… ve basın. Dönemin politikaları değerlendirilirken bu kapsamlı bakış açısının ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim basın açısından bir değerlendirme yapıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkar: gazeteciliğin bir meslek olarak düzenlenmesi, gazetecilerin eğitimi, meslek içi eğitim programlarının sürekliliği, meslek etiğinin yerleşmesi, basının toplumsal sorumluluğunun önemli olması konuları aynı anda düşünüldü. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nün kuruluşu, 1931 Basın Yasası, 1935 Basın Kongresi, 1938 Basın Birliği Yasası. Bu düzenlemeler sözü edilen politikaların temel taşlarıdır. Ama bugün bu döneme ilişkin bir değerlendirme yapıldığında, genel olarak hatırlanmak istenen basın üzerindeki gerçekleştirilen denetimdir. Hükümetin genel politikasına aykırı yayınların kapatılabileceğini öngören Basın Yasasının 50. maddesi hep akıllarda tutulmak istenir. Bu doğrudur ama dönemin politikasının ana hedefi bu denetimin sürdürülmesinden çok gazetecilerin iyi yetişmesi ve cumhuriyet ilkelerine sahip çıkan yayınlar yapabilmesidir. Bunun için eğitim konusundaki arayışlar ilginçtir ve bugün yaptıklarımızla ilgili olduğundan hatırlanmasında yarar olabilir.
1931 Basın Yasası yazıişleri müdürleri için lise ya da yüksekokul mezunu olmak koşulu getirdi. Uygulama için de süre öngördü. Başbakan İsmet İnönü bu konuyu açıklarken, çocuklarımızı yetiştirmekle görevli öğretmenlerin çok sayıda kurala bağlı olduklarını, ama her gün herkese her konuda fikir veren gazetecilerin yetişmesi için herhangi bir kuralın olmadığını hatırlattı. Gazetecilerin de iyi yetişmesi gerekirdi. Nitekim İstanbul’daki Darülfünün’da bir gazetecilik okulu açılmak üzere girişimler de başladı. Ama gazetecilerden gelen baskılarla yasadaki eğitim şartı kaldırıldı. Gazetecilik Enstitüsü’nün açılması 1950 yılında, SBF Basın Yayın Yüksekokulu’nun kuruluşu 1965 yılında gerçekleştirildi.
Bu noktada şunu hatırlatmama izin vermenizi rica ederim. 2004 yılında kabul edilen basın yasası sorumlu yazı işleri müdürünün lise mezunu olmasını ve 18 yaşını doldurmuş olmasını yeterli görmektedir. Bir yandan hemen herkes dünya ve ülke gelişmelerinin ne kadar karmaşık hale geldiğini, iletişim çağının iyi anlaşılması gerektiğini söylemekte, öte yandan lise mezunu ve 18 yaşında bir gencin bunların altından kalkabileceği düşünülmektedir. Ne acı bir çelişki! Günümüz koşulları bir gazetede sadece sorumlu yazı işleri müdürünün değil, pek çok uzman, iyi yetişmiş, yüksek lisans ve doktora yapmış gazetecinin bulunmasını zorunlu kılmasına rağmen yasa koyucu 1930’lu yılların gerisinde kalan ve bunu Avrupa Birliği’ne uyum adına yaptığını söyler hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde olan ve bugün olmayan özellik bu noktadadır. Gazetelere sağlanan kamu desteğinin daha iyi hizmet için olduğu gerçeği unutulmak istenmektedir. Hükümet bir gazeteye ilan, kredi gibi destekler verecekse gazetenin de daha iyi yetişmiş eleman çalıştırmak zorunluluğu olduğunu anlaması gerekmektedir. Çünkü günümüzde dünya ve ülke gelişmelerini doğru dürüst anlayıp açıklayabilecek yeteri sayıda eğitimli gazeteci olmadan iyi bir gazete çıkarmanın olanaksız olduğunu uzun boylu anlatmanın gereği de yoktur.
Türkiye’de ulusal sorunlara duyarlı bir gazetecilik mesleği geliştirilme yolundayken 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan koşullar bütün kazanımların yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açtı. 1946 yılında başlayan süreç Demokrat Parti döneminde hızlanarak sürdü ve iletişim alanında para egemen kılındı. Meslek ilkeleri yerine önce siyasal iktidarın sonra sermayenin para aracılığı ile kurduğu egemenlik güçlenerek sürdü.
Bedi Faik anılarını Matbuat, Basın derken... Medya başlığı ile yayınlamaya başladı. Türkiye’de gerçekten de iletişim alanı Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana matbuat, basın ya da medya evresinde iki önemli güç arasında gelişimini sürdürmeye çalıştı. Bunlar ulusal ve uluslararası güçlerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında birincisi görece güçlenip kuralları belirlemeye çalışınca gazetecilik mesleğinin gelişme olanağı ortaya çıkmıştı. Ama uluslararası koşullar ikincinin rolünü ve önemini arttırınca koşullar değişti ve özgürlük adına serbestlik hatta kuralsızlık ön plana çıktı. Bugün de ikinci evrenin giderek güçlendiğini söylemek mümkündür.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminin genel ilkelerinin izlendiği dönem kısa bir süre de olsa 27 Mayıs devrimi sonrasında gözlendi. Gazetecilerin çalışma koşullarının ve gelir düzeylerinin iyileştirilmesi, Basın İlan Kurumu’nun oluşturulması, nihayet 1961 Anayasa’sının ilkeleri doğrultusunda demokrat, katılımcı bir toplum ve sosyal yanı ağır basan bir devlet anlayışı ön plana çıktı. Bunun da çok uzun sürmediğini biliyoruz. DP politikaları Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde yavaş ama kararlı bir biçimde uygulamaya geçirilirken asıl önemli büyük adım 1980 sonrasında Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde atıldı. Türkiye Batı dünyasına ne pahasına olursa olsun eklemlenmeye çalıştı. Bu politika sadece paranın egemenliğini güçlendirmekle kalmadı, basında gelişen örgütlenmeyi ortadan kaldırdı; medya dünyasını yeniden ticari yayıncılığın katılımıyla biçimlendirdi; tekelleşme eğilimlerini güçlendirdi.
Bu gelişmeler kuşkusuz sadece Türkiye’deki yöneticilerin dünya gelişmelerini iyi anlamaları ve ulusal politikaları bu doğrultuda biçimlendirmeleriyle ortaya çıkmadı. Tam tersine ihmal edilmiş ulusal politikalar, ortaya çıkan yeni uluslararası gelişmelerle yönlendirildi, biçimlendirildi. Somut bir örnek vermek gerekirse, telefon yatırımlarının büyük ölçüde ihmal edildiği 70’li yıllar sonrasında telefon sahibi olmak büyük bir sorun haline gelince ülke, 80’li yıllarda küreselleşmenin dayattığı yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri yakalayabilmek için uluslararası telekomünikasyon şirketlerinin gözdesi haline geldi. Turgut Özal çağdaş yönetici rolünü oynarken, ülke pahalı yatırımların, pahalı telefon kullanımının faturasını ödedi. Ardından iletişim alanındaki özelleştirme politikaları telefon alt yapı yatırımlarının üstüne gelip yerleşti. Yurttaş telefon kullanabildiği için mutlu oldu ama bunun hangi maliyetle nasıl gerçekleştiği konusunda yeterince bilgilendirilmedi. Kaldı ki aynı anda gazeteler de izlenen politikaların övgüsünü yapmakla meşguldüler.
Bu gelişmelerin öngörülmesi çok zor bir başka sonucu daha oldu. Ticari radyo televizyon yayıncılığının başlaması ile kitle iletişim araçlarının gücü konusu yeniden gündeme geldi. Geleneksel olarak dördüncü güç olarak nitelenen basının (medya) Türkiye koşullarında sıralamadaki yeri değişmeye başladı. Olaylara ve bu olaylarda oynadığı role göre, iletişim araçları yasama, yürütme ve yargının önüne geçebilecek bir güç olarak değerlendirilmeye başlandı. Bazen birinci güç haline geldiği düşüncesi bile doğdu. Ancak iyi bilinmesi ve akılda tutulması gereken nokta gücü artan iletişim araçlarının bu gücü kime dayanarak nasıl elde ettiğinin sorgulanması gerekir. Çünkü gelişmeler şu gerçeğin apaçık ortaya çıkmasına yol açmıştır: Türkiye’de siyasal iktidarlar hala zenginliğin kaynağını kontrol edebilmektedirler. Kitle iletişim araçları bu güçle iyi geçinerek durumlarını güçlendirmeyi, gelirlerini arttırmayı çok iyi öğrenmişlerdir. Ancak bu tabloya bir de uluslararası güçlerin eklenmesi gerekir.
Gelişmelerin uluslararası boyutuna bakınca karşımıza çıkan durum şudur: iletişim bugün büyük ölçüde olağanüstü teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren A.B.D.’nin denetlediği internet teknolojisi üzerinden gerçekleşmektedir. Telefon, bilgisayar ve uydu/kablo teknolojilerinin ortaklaşa yarattığı bu yeni ortam son derece etkili, başarılı ve hızlıdır. Denetim gücü de bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bir ölçüde A.B.D. hariç, ulus devletlerin internet içeriğini denetlemesi, tek başına belirlemesi olanaksızdır. Bu teknolojiler sayesinde hemen herkesin ne yaptığı, ne söylediği izlenebilir, dinlenebilir hale geldiyse de bunların yönetimi konusunda herhangi bir uluslararası yeni düzenleme yapılması olanaksız görünmektedir. Tersine yeni teknolojiler ülkelerin politikalarını, yasalarını değiştirmeye zorlamaktadır. Önemli örnek belki basın özgürlüğü yerine yurttaşın bilgi alma hakkı, iletişim hakkı kavramları ile açıklanan yeni bir özgürlük anlayışıdır. Bu hemen herkesin olan biten konusunda bilgi verebileceği, yorum yapabileceği -herkesin gazeteci olması- gerçeğinden hareketle iletişim alanının düzenlenmesini gerektirmektedir. Kamu elindeki bütün bilgi ve belgeleri ulaşılabilir kılmalı, dileyen bunlara -bazı sınırlamalar dışında- dilediği zaman ulaşabilmeli ve kullanabilmelidir. Bu önemli bir gelişmedir. Gazetecinin de yararlanabileceği bir durumdan söz edilmektedir. Ama 19. yüzyılda ortaya çıkan basın özgürlüğünü hala anlama ve uygulama konusunda sıkıntı çeken, gazeteciliği gereksinimleri dolayısıyla değil, dünya sistemi dayattığı için geliştiren ülkelerin durumu ne olacaktır. Bir özgürlük anlayışından ötekine nasıl geçebileceklerdir? Ya da geçmeleri olası mıdır?
Bu sorunlar teknolojileri yaratan ve geliştiren, dünya sisteminin bunlara uygun hale getirilmesini isteyen ülkeler açısından önemli değildir. Çünkü onlar sistemin nasıl işlediği ile değil, gereksinim duyduğu bilgileri taşıyıp taşımadığı ile ilgilidirler. Bu öylesine önemli bir konudur ki uluslararası örgütler -Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Telekomünikasyon Birliği- görevlerini yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaştırılmasına bağlamışlardır. Hepsi internet kullanımının yaygınlaşması ve bütün alanları kapsar hale gelmesi için proje üretmekte, düşünce geliştirmekte, uluslararası sözleşmeler hazırlamaktadırlar.
Gelecek budur. Daha yakından denetlenen bir dünya iletişim sistemi ile karşı karşıyayız. Bu, hepinizin bildiği, okuduğu, 1984 romanında öngörülenden daha ileri bir durumdur. Ülkemizdeki örneklerini Ergenekon adı verilen dava dolayısıyla sıkça görmekteyiz. Yasalar hiçe sayılarak yapılan telefon dinlemeleri, elektronik postalarının izlenmesi ve bunlar üzerinden insanların tutuklanması, yargılanması kaygı verici gelişmeler. Ama bu durumun dünyanın her köşesinde yapıldığını akılda tutmak zorundayız. İktidarın sürdürülebilmesi için her yola başvurulabildiği, insanın temel haklarının hiçe sayıldığı bir zamanda yaşadığımızı bilmeliyiz. Bu davranışlara izin ve olanak veren rejimlerin insanlık açısından büyük sakıncalar yarattığını, baskı ve terör yönetimlerine olanak verdiğini söylemeye gerek yok. Ama bütün bunlar gazetecilik mesleğinin yeniden çok önemli hale geldiğinin de kanıtı olsa gerek. Mesleğin toplumsal sorumluluklarını hatırlamakta, geçmişteki örnekler üzerinde düşünmekte yarar var. Gazetecinin tarihin kaydını tutan insan olduğu doğrudur, ama bu kayıt ne kadar ayrıntılı ve iyi tutulursa insanların yaşananlar üzerinde düşünmesine ve sorgulamasına ve gelecek için doğru yolu aramasına o kadar çok olanak vardır.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın 7 Haziran 2008 tarihinde verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer.

Basın Özgürlüğü ve İletişim Hukuku

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mehmet Yüksel'in verdiği “İletişim Hukuku” konulu seminer, özellikle medya mensuplarının öğrenmesi veya hatırlaması gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

Basın özgürlüğünün önemi nereden geliyor? Bildiğiniz gibi, Anayasamızın düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğumuzu hükme bağlamıştır. Düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olmak; beraberinde bilgi ve habere ulaşma ve elde etme, bunları yayma ve başkalarına iletme hakkını da getirmektedir. Ancak, günümüzde bu hak nasıl kullanılabilecektir? Günümüzün giderek karmaşıklaşan, kalabalıklaşan, çeşitlenen, farklılaşan dünyasında ancak kitle iletişim araçları/medya aracılığıyla mümkün olduğu söylenebilir. Burada medya yerine “basın” sözcüğünü tercih edeceğim ve basından sadece dar anlamda yazılı basın olarak değil; görsel ve işitsel basını da kapsayacak şekilde geniş anlamda söz edeceğim.
Şunu özellikle vurgulamak isterim ki, günümüzde basın olmadan, kitle iletişim araçları olmadan, bunların sağladığı imkânlardan yararlanmadan ilişki ve iletişim kuramayacak hale gelinmiştir. Bu durum, gerek toplumun ekonomik yaşamı bakımından, gerekse toplumsal, kültürel ve siyasal hayatı açısından ve uluslararası ilişkiler açısından çok büyük bir önem arz etmektedir.
Düşünce özgürlüğüne ve ifade özgürlüğüne Anayasa tarafından sahip kılınmış olmak, bu hakkın kişilere tanınmış olması, bu özgürlük, basın özgürlüğü ile desteklenmemişse gerçek bir ifade özgürlüğü anlamı taşımayacaktır. Çünkü düşünce özgürlüğü, biz onu başkaları ile paylaştığımız, başkalarıyla etkileşime girdiğimiz anda değer kazanır. İşte bu anda “basının kamusal görevleri” denilen görevler ortaya çıkar. Nedir basının kamusal görevleri? Bilindiği gibi, basının bilgi ve habere ulaşmak, onu halka iletmek gibi kamusal görevleri vardır. Ayrıca denetim ve eleştiride bulunma görevi vardır. Basının bu işlevleri bilhassa hukuk devleti ve demokratik rejim açısından son derece büyük öneme sahiptir. Kamuoyunu yansıtma, bazı konularda kamuyu düşündürme, tartışmaya sevk etme, kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunma gibi grevleriyle de insan hakları ve demokratik rejim bakımından önemli bir rol görür. Basın, genel olarak gençlerimizin ve çocuklarımızın sosyalleşmesi sürecinde; toplumsal değerlerimizin, siyasal kültürümüzün ve demokratik değerlerin aktarılmasında ve bunların benimsetilmesinde hayati bir rol oynar.
Toplumsal yaşam çerçevesinde baktığımız zaman, basın özgürlüğünün olmadığı, çeşitli düşüncelerin, görüşlerin, duyguların ve değerlerin basın yoluyla aktarılmadığı veya paylaşılmadığı bir ortamda toplum, büyük ölçüde değişik fikirlerden ve onların bize sağlayabileceği zenginlikten yoksun kalacaktır. Basın yoluyla farklı fikirlerin çarpışmasına, farklı fikirlerin etkileşimine izin verilmediği zaman, kendi düşüncelerimizi, en doğru, yanılmaz, mutlak görüşler olarak görmeye başlarız ve bir anda, biz farkında bile olamadan, dogmatik ya da fanatik bir konuma sürüklenmiş oluruz. Çünkü düşüncelerimizin farklı fikirlerle test edilmesine, tartışılmasına fırsat tanımamış oluyoruz. Dolayısıyla basın özgürlüğünü sınırlandırmak, aynı zamanda düşünce ve ifade özgülüğünü sınırlandırmak anlamına gelir. Düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandırdığımızda, düşüncelerimizin, görüşlerimizin ve fikirlerimizin kalıplaşmış değişmezler halinde dogmatikleşmesi giderek kaçınılmaz hale gelir. Ayrıca kendi düşüncelerimizin çok doğru olduğunu düşünebilir, başkalarının görüş ve düşüncelerinin, baştan yanlış olduğu yargısına varabiliriz. Fakat kendimizi, başkalarıyla etkileşime açtığımız zaman, görüş alışverişine girdiğimiz zaman, hayatın gerçekleri hakkında daha esnek tutumlar ve davranışlar göstermeye başlarız.
Basın özgürlüğünün demokratik yaşam bakımından önemi nedir? Demokrasi, sadece, bazılarının zannettiği gibi, seçimlere girip en fazla oyu alanın yönetimi anlamına gelmez. Bu, demokrasisinin karikatürize edilmiş, çok basit ve biraz da çarpıtılmış bir anlaşılışını yansıtmaktadır. Demokrasinin temelindeki en önemli ilke, insanların önüne birden fazla seçeneğin, birden fazla tercihin, birden fazla adayın, birden fazla programın konulmasıdır. Bunlar arasında sağlıklı seçimler yapmak gereklidir. Bu sağlıklı seçimleri yapabilmek için de çoğulcu ve özgürlükçü bir iletişim ortamı bulunmalıdır. Böyle bir ortam içinde düşünce zenginliğini, görüş alışverişini, farklı fikirlerin çoğulluğunu yaşayabildiğimiz takdirde; sağlıklı düşünce ve kanaatler oluşturup bunları siyasi tercihlere dönüştürmek mümkün olabilecektir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün geniş şekilde düzenlenmediği ülkelerde sağlıklı bir demokratik bir rejimi yerleştirmek ve demokratik siyasal kültürü geliştirmek pek mümkün değildir. Özellikle ülkemizdeki son beş-altı aylık yoğun tartışma ortamını dikkate alırsak, aslında bu alanda ne kadar büyük eksiklik olduğunu anlaşılacaktır.
Hukuk devleti açısından basının önemi nedir? Hukuk devletinden söz edildiğinde; genel olarak, temel hak ve özgürlüklerin tanındığı ve güvenceye bağlandığı, yürütmenin, yönetimin ve yasamanın yargısal denetime tabi tutulduğu, güçler ayrılığı ilkesinin egemen kılındığı bir devlet yapısı vurgulanır. Hukuk devleti, en basit ve yalın şekilde, devletin en tepesindeki cumhurbaşkanından en sade vatandaşına kadar hepsinin aynı kurallara ve uygulamalara tabi olduğu devlet olarak tanımlanabilir. Bu, Anayasamızın 2. maddesinde güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Bu maddede, Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamıştır. Biz Anayasamızın 2. maddesini tartışmayız da Kopenhag kriterlerinden söz ederiz. Aslında Kopenhag kriterlerinin siyasi ve hukuki boyutunu oluşturan insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde zaten hükme bağlanmıştır. Kanımca bize düşen asıl görevin, 2. maddeye daha fazla atıfta bulunup, bu 2. maddenin anlamını yorumlamak ve onu geliştirmektir. Hukuk Devletine tekrar dönecek olursak, hukuk devletinin en önemli yanı, yönetim mevkiinde bulunanların, ister yargı, isterse yasama ve yürütme alanlarında olsunlar, hiçbirinin denetim dışı kalmamasıdır. Denetimin de türleri vardır: Siyasi denetim, Meclisin hükümet üzerindeki denetimidir. Bu, Meclisteki yazılı ve sözlü sorular, meclis soruşturması, meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve güven oylanması gibi yollarla gerçekleşen denetimdir. Hiyerarşik denetim, hepimizin bildiği gibi, bürokraside hiyerarşide üstte bulunanın alttakileri denetlemesidir. Bunun Türkiye de çok sağlıklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Teftiş kurullarımız vardır, giderler raporlarını hazırlarlar ama raporlar gelip icra yetkisine sahip bakan ve bürokratların önünde bekler. Sonra, uygun bir zamanda rafa kaldırılmış olur. Yargı denetimi, günümüzde en çok vurgulanan ve öne çıkarılan, medet umulan denetim türüdür. Ancak her şey yargı önüne gitmez, ayrıca her şeyin yargıya gitmesi doğru da değil, gerekli de değil. Çünkü yargı, hepsine birden yetişemez. Aslında bir demokrasinin yaşayabilmesi, insan haklarının zenginleşebilmesi ve hukuk devletinin kökleşmesi bakımından en önemli denetim, kamuoyu denetimidir: Kamuoyu denetimini gerçekleştirmek ve bu konuda bir duyarlılık oluşturmak, kamuoyunu harekete geçirmek bakımından basın hayati bir yere sahiptir. Basın, siyasal yaşamda olsun, toplumsal ekonomik yaşamda olsun, gördüğü usulsüzlükleri, yolsuzlukları ve yetersizlikleri mercek altına alarak ve bunları işleyerek, kamuoyunu bu konularda bilgilendirerek kamusal görevini yapmış olur. Böylece, kamuoyunun ilgili olduğu konularda hassasiyetinin gelişmesine katkıda bulunur.Gerek insan hakları, gerek demokratik rejim, gerekse hukuk devleti açısından basın bu kadar hayati ve önemli işlev göründüğünden, basın özgürlüğünün çerçevesini mümkün olduğu kadar geniş çizmek gerekir.
Basın özgürlüğünün sınırları nelerdir, nasıl çizilmelidir? Bu konuda aslında insanlık tarihine bakmak gerekmektedir. Basın özgürlüğü konusunda temel düzenlemeleri, hiç kuşkusuz matbaanın icat edilmesinden önceki döneme götürmek mümkün değildir. Çünkü düşünceler matbaa yoluyla kitlelere hızlı ve yaygın bir şekilde ulaştırıldığından, söz konusu basın özgürlüğü de, ifade özgürlüğünü de anlamını böylelikle bulabilecektir. Biliyoruz ki yazılı basın faaliyeti, 17. yüzyılın başlarından itibaren başlamıştır. Ama ilk matbaalar kurulurken idari makamlardan ruhsat almak, ayrıca basılacak her malzemeyi, sarayın ve kilisenin denetiminden geçirmek gerekmiştir. Yani sansür veya ön denetim süreci böyle gerçekleşmiş, kamuoyuna neyin sunulup sunulamayacağına ilgili makamlar karar vermiştir.
18. yüzyıla gelindiğinde, bugün demokrasinin beşiği olarak tanımlanan İngiltere’de, 1792 yılında ünlü İngiliz düşünürlerinden Thomas Paine, “İnsan Hakları” adlı eserinde; Fransız ve Amerikan devrimlerinden biraz daha sitayişkâr şekilde söz eder ama 1688 İngiliz devrimi üzerinde fazlaca durmadığı için “fitneci iftira” suçunu işlediği iddiasıyla yargılanır. Dava sürecinde savunmasında dile getirdiği hususlar çok önemlidir. “İnsanların bilgi oksijenine ihtiyacı var, hiçbir insan bilgi oksijeninden yoksun bırakılamaz ve insanların beyinlerine, dillerine, gözlerine kilit vurulamaz” diyerek savunmasını yapar. O aşamalardan günümüze gelinceye kadar, basın özgürlüğünün önünü açacak bazı düzenlemelerin hayat bulduğunu biliyoruz.
Ülkemize gelince; bu konudaki ilk düzenleme, 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’dir. Matbuat Nizamnamesi’ne göre, bir gazetenin veya süreli yayının çıkabilmesi için mutlaka idari makamlardan bir izin, yani ruhsat almak gerekmiştir. Ayrıca padişahlık makamına, yabancı devlet elçilerine ilişkin, askeri ve güvenlik konularında herhangi bir yayın yapılmasına izin verilmemiştir. 1876 Anayasasına göre, “Matbuat kanun dairesinde serbesttir.” 1877 yılında bir Basın Kanunu çıkarılır ama yürürlüğe girmez, sonrasında, 1909 yılında bir Basın Kanunu daha çıkarılır. Bu kanun, basın özgürlüğü açısından ileri bir aşamayı temsil etmiş, Beyanname verme sistemi getirmiştir. Beyanname sistemi nedir? İdari bir makamdan izin almadan yayının niteliğine ve özelliklerine ilişkin ilgili makama bilgi verilmesidir. İdari makamın burada herhangi bir takdiri söz konusu değildir. Bu anlamda 1909’da 1864’e göre büyük bir ilerleme yaşanmıştır ama bu, Türkiye’de dört yıl sürmüş, ardından Balkan Savaşları, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı derken, 1931’e kadar gelinmiştir. 1931’de kabul edilip yürürlüğe konan Basın Kanunu’nda beyanname sistemine bir geçiş olur ama 1938’de tekrar ruhsat almak, mali teminat yatırmak gibi basın özgürlüğünü oldukça sınırlandıran bir yapıya dönülür.
Demokrat Parti dönemine gelindiğinde, 1950 tarihli 5680 sayılı Basın Kanunu’nun, esasında liberal bir kanun olduğu söylenebilir ama bütün özgürlükçülüğü dört yıl sürmüştür. Dört yıl sonra, 1954 yılında “ Neşir yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” adıyla bir kanun çıkarılmıştır. Daha sonra, 1956’da “Neşir Yoluyla ve Radyo ile yahut Toplantılarda işlenen Bazı Cürümler Hakkında kanun” yürürlüğe konmuştur. Bu düzenlemelerle yeni suçlar ihsas edilmiştir. 1961 Anayasası’nın biraz daha özgürlükçü bir perspektiften hareketle basın özgürlüğünün çerçevesini çizdiğini görüyoruz ama bunun da, 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan darbe yediğini ve 1982’de daha da yoğun bir darbeye maruz kaldığını görüyoruz. Çünkü Anayasamızın gerek düşünce özgürlüğünü düzenleyen 26. maddesinde, gerekse basın özgürlüğünü düzenleyen 28. maddesinde, hiçbir akla hizmet etmeyen ve hangi akılla konduğunun anlaşılması güç olan, ‘yasaklanan dillerle yayın yapılamaz’ diye bir hüküm konmuştur. Bu hükümlerden bizler ancak 2000’li yıllarda kurtulabildik. Yasaklanmış bir dil kavramını getiren bir anayasanın, özgürlükçü bir anayasa olduğu söylemek mümkün değildir.
Bunları söylemekle basın özgürlüğü tamamen sınırsız olduğunu söylemiş olmuyoruz. Bütün özgürlüklerin bir sınırı vardır. Zaten siz, bir anayasa yaparak, bir özgürlük alanını alıp, tanıyıp, çerçevesini çizdiğiniz zaman, felsefi anlamda özgürlük olan şeyi, hukuki anlamında bir hak haline getirmiş olursunuz. Her hukuki düzenleme, kendi içinde bir sınırlandırmayı da getirir, ama konu düşünce ve basın özgürlüğü olduğu zaman, bu çerçeveyi mümkün olduğu kadar geniş çizmeniz gerekmektedir. Bu konuda evrensel ölçüde oluşan sınırlandırmalar vardır. Bu konudaki sınırlandırmalar sadece bizim Anayasamıza, bizim basın yasamıza özgü değildir. Nitekim 2004’de yürürlüğe giren “Basın Kanunu”nda, basının özgür olduğunu belirmiştir ve bunun bilgi edinme, yayma, iletme gibi bütün hakları içerdiğini hükme bağlamış ama sınırlarını da göstermiştir. Gerek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, gerekse şu anda bizim mevzuatımızda genel olarak kabul gören sınırlar nelerdir? Kamu düzenini korumak, kamu düzenini sağlamak, kişilerin kişilik haklarını korumak, yargıyı etkilerden arındırmak gibi sınırlar çizilmiştir. Ayrıca söz kamu düzeni olunca; suça teşvik, suça tahrik, suç örgütünün propagandasını yapmak, suçluyu ve suçu övmek, elbette ki düşünce özgürlüğünün kapsamında değildir. Ancak hoşumuza gitmeyen her düşünce açıklamasını da yasaklamak, düşünce özgürlüğü ve basın özgürlüğü ile bağdaşır bir tutum değildir. Mesela Amerikan uygulaması, burada “açık ve mevcut tehlike” kriteri getirmiştir. Nedir bu? Gerçekten bir düşüncenin ifadesi, basın üzerinden açıklaması, o günün ortamı ve şartlarında çok açık ve kesin bir nitelikte tehlike oluşturuyorsa o zaman sınırlandırılabilir. Düşünce özgürlüğünün de bir sınırı vardır. Ancak bunun, açık ve mevcut bir tehlike yaratması söz konusuysa, basın özgürlüğüne bazı sınırlandırmalar getirilebilir. Kimileri, bizim hiç benimsemediğimiz tamamen karşı çıktığımız duygu ve düşünceler, bizi ciddi şekilde rahatsız edecek fikirler ve görüşler ileri sürebilir. Yeter ki, ‘ey ahali kalkın silahlanalım, şurayı basalım veya eyleme geçelim‘ şeklinde olmasın. Hukukun burada yaptırıma bağladığı husus, düşünce veya fikir açıklaması değil; eylem ve davranışlardır. Eğer böyle bir çağrıda, suça teşvik veya övgü yoksa, o düşünce açıklamaları bize oldukça ters gelse bile suç sayılmamalıdır. Fransız düşünürlerinden Voltaire’in çok ünlü bir sözü vardır: “Sizin düşüncelerinize asla katılmıyorum ama sizin düşünce özgürlüğünüzü ölümüm pahasına savunmaya hazırım” der. Biz bunu yapabiliyor muyuz? Esas problemlerimizden bir tanesi de budur.
Türk hukukunda basında ceza sorumluluğu ve hukuki sorumluluk nasıl düzenlenmiş, burada hukuka aykırılığı ortadan kaldıran şartlar nelerdir, biraz da onun üzerinde durmak gerekmektedir. Basın Kanunu’nun basında ceza sorumluluğu hususunda daha özgürlükçü bir havası vardır. Ancak Avrupa Birliği’ne gidiş sürecinde hazırlanan ve bence zevahiri kurtaran ve görünüşte ceza hukukunda ciddi bir reform getirdiği söylenen yeni Türk Ceza Kanunun, aslında iki üç yıldır kamuoyunda yoğun tartışılan başta TCK’nın 301. maddesi olmak üzere, basın ceza hukukunun eski düzenini fazla da yerinden eden veya değiştiren bir karaktere sahip olmadığını söylemek mümkün. Birçok maddede, “eğer bir suç basın yayın yoluyla işlenirse, bu ağırlaştırıcı bir sebeptir” denilmektedir. Bilindiği gibi, bizim 1982 Anayasamızın da böyle bir anlayışı vardır. İlk maddeyi okursunuz biraz ferahlarsanız, gayet güzel ama, biraz sonra Anayasamız “ama”, “ancak”, “fakat” demeye, başlar, zaten onun için de 1982 Anayasası’nın bir adı da “ama, ancak, fakat Anayasası”dır. Ceza yasamızda da aynı özelliği görmek mümkündür. Bir an için heveslenirsiniz, bir özgürlük verildiğini görür gibi olursunuz sonra, “ancak basın yoluyla işlenirse” diye arkasından bir cümle gelir ve suç olarak nitelenen bir eylemin, basın yoluyla işlenmesi halinde ağırlaştırılmış olarak karşınıza çıktığını görürsünüz.
TCK 301 dışında basını yakından ilgilendiren diğer önemli madde “hakaret” suçunu düzenleyen 125. maddedir. Hakaret suçunu hükme bağlayan bu madde son derece önemlidir. Çünkü, bugün basın mensuplarına açılan davaların ağırlıklı bir çoğunluğunu “basın ve yayın yoluyla hakaret” ten açılanlar oluşturmaktadır. 301. maddenin dağa yoğun olarak gündeme gelmesi, hakkında soruşturma yürütülen veya dava açılan kimselerin, genellikle kamuoyu tarafından bilinen şahıslar olması ve bilhassa yaygın ulusal düzeydeki medyanın bu konuya el atması nedeniyle olmaktadır. Halbuki, yerel basın mensuplarımızın en çok muzdarip olduğu maddelerden bir tanesi, basın yoluyla hakarete ilişkin hükümdür. Aslında basın ve yayın yoluyla hakaret suçlarına ilişkin olarak, artık dünyada şöyle bir eğilim vardır: Bazı ülkeler, ceza mevzuatlarında basın yayın yoluyla hakaret suçunu tamamen bir suç olmaktan çıkarmışlardır. Bunu, sadece tarafları ilgilendiren bir husus olarak değerlendirip cevap ve düzeltme hakkının varlığı ile basında hukuk sorumluluğuna ilişkin düzenlemelerin yeterli olduğunu savunmaktadırlar. Cevap ve düzeltme hakkını, daha fazla işlerliğe kavuşturarak, basında hukuk sorumluluğu dediğimiz maddi ve manevi sorumluluk yoluna gitmeyi kolaylaştırdığımız takdirde; aslında basın yayın yoluyla hakaretten beklediğimiz amacı gerçekleştirebiliriz. Bugün, bence artık hakaretin ceza hukuku bakımından bir suç sayılıp sayılmaması gerektiği tartışılmalıdır.

Hukuki sorumluluktan söz ederken; biraz da hangi faaliyetleri yaptığımızda, bir yazıyı kaleme aldığımızda, bu ister bir haber olsun, ister köşe yazısı olsun, isterse bir karikatür ya da fotoğraf olsun, yayın ne zaman hukuka aykırı hale gelir veya hangi şartların varlığı halinde hukuki aykırılık ortadan kalkar konusu üzerinde durmak gerekir. Yalnız, bu konuya geçmeden önce iki kavrama açıklık getirelim; bunlardan biri, “kişilik hakları” kavramıdır. Nedir kişilik hakları dediğimiz şey? Kişinin saygınlığını ve kişiliğini serbestçe geliştirmesine katkı yapan bütün değerler üzerindeki haklarıdır. Başta yaşamı, vücut bütünlüğü, sağlığı, ismi, sırları, duyguları, sosyal yaşamda bağları, hatıraları, mektupları hepsi üzerinde kişilik hakları vardır. Bu kişilik haklarından biri de “özel hayat alanı” dediğimiz alandır. Burada da özel hayat alanını üçe ayırıyoruz: Hukuki anlamda bunlar; “ortak yaşam alanı”, “dar anlamda özel yaşam alanı” ve “gizli ya da sır alanı”dır. Kişinin gizli ve sır alanı, en yakınlarıyla paylaştığı, kendisinde saklı tutmak istediği duygu, düşünce ve değerleri kaplayan alandır ve bu alan, tüm basına kapalıdır. Dar anlamda özel yaşam alanı dediğimiz alan ise, daha yakın çevrenin dışında olan eş-dost, akraba, arkadaş, iş yerindeki meslektaşları olmak üzere o geniş kuşağı içine alan alandır. Bu alanda basına tümüyle açık bir alan değildir. Yani basın dünyasının rahatlıkla girebileceği bir alan değildir. Bu alanda yaşanan olayları, katılanların ağzından, ama kişilerin fotoğraflarını, isimlerini, kimlikleri öne çıkarmadan aktarmak mümkündür. Fakat rıza her zaman bir şeyi hukuka aykırı olmaktan çıkarmaz, bunun örneğini birazdan vereceğim. Bir de ortak yaşam alanı var. Bu alan, kamusal yaşam alanıdır ya da toplumsal yaşam alanı da deriz. Nedir peki? Evden sokağa adımımızı attığımızdan itibaren sokakta, caddede, parkta, sinemada, tiyatroda, otobüste, başkalarıyla ilişkiye ve etkileşime girdiğimiz, başkalarıyla, tanımadığımız insanlarla bir araya geldiğimiz, düşünce, görüş, duygu alışverişi yaptığımız, tartıştığımız hatta yer yer kavga ettiğimiz bütün bu mekânlar kamusal alanlardır. İşte bu kamusal mekân veya ortak yaşam dediğimiz alan, kural olarak basına açık bir alandır. Ama basına sonsuza kadar açık bir alan mıdır bu, bazı yanlış anlamalar oluyor, deniyor ki, eğer bir kişi politikacı, sporcu, sanatçı gibi kamuya mal olmuş kişilerdense ki, biz buna sosyolojide şöhret kişiler diyoruz, onlar hakkında her şey yazılıp çizilebilir. Maalesef, modernleşme sürecinde geldiğimiz aşamada insanlar, geleneksel bağlarından ve yapılarından koptukça hayatta tutunacakları ve özdeşim kuracakları alanlar azaldı, onun için de gençlerimiz daha ziyade şöhret şahsiyetlerle özdeşim kurmaktadırlar. Günümüz kültüründe ve yatay toplum dediğimiz şartlarda, bunun bu duruma gelmesi, yine de bu şöhret şahsiyetlerin bütün yaşam alanını bize inceleme hakkı vermez. Eğer görevi gereği bir yerde bulunuyorsa, örneğin, bir yarışmaya katılıyor, konferansa katılıyor, bir filmin galasında veya bir suç işlemişse, elbette ki burada o kişinin fotoğrafları da yayınlanabilir ve onun kişisel yaşamına ilişkin bilgiler de kamuya sunulabilir. Aslında kişinin, ortak yaşam alanı içinde anonim kalma dediğimiz bir hakkı vardır. Mesela ben sokağa çıkarım ama o sokağın kalabalığı içinde kendi başıma yalnız kalmak da isterim, o da benim özel alanımdır, yani kişi eşiyle, çocuklarıyla bir sinemaya gidebilir. Bu, medya mensubuna, onu evinden çıktığı saatten gittiği yere kadar arkasından izleme ve tüm detayına kadar yazma hakkı vermez. Ama burada dikkat edilmesi gereken bazı kriterler vardır. Nedir bu kriterler? Kişi, özel yaşamını basın üzerinden kamuya açarken rıza gösteriyor mu? Rıza gösteriyorsa, rıza genellikle hukuka aykırılığı ortadan kaldırır. Rıza yoksa, kişilerin bilhassa sır alanına müdahale etmemiz, onun kişilik haklarına ve özel hayatına bir saldırı teşkil eder. Ama kişi, gizli alanını bile kendisi açabilir. Biliyorsunuz, günümüz insanlarında böyle bir süreç başladı, evine bir tane web kamera koyuyor ve 24 saatlik yaşantısını internet üzerinden kamuyla paylaşıyor. Burada sadece kişinin rızası ve iradesi, her zaman hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Bence günümüzde en çok tartışılması gereken meselelerden birisi budur. Bu şekilde kendisini ifşa etmek, kendisini kamuya açmak, genel ahlak kurallarına uymuyorsa, bu durum, toplumun dürüst, makul, ortalama bir vatandaştan bekleyebileceği davranış standartlarını karşılamıyorsa, buradaki rıza hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Bu işin ahlaki yanı, ama hukuki yanını da Medeni Kanun 23. maddesinde hükme bağlamıştır, kişi özgürlüklerinden vazgeçemez, genel ahlak ve adaba aykırı olarak özgürlüklerini sınırlandıramaz“. Denmektedir. Bunun daha somut bir örneği vardır. Biliyorsunuz, “Biri Bizi Gözetliyor” diye bir televizyon programı vardı, bu program hakkında RTÜK, sık sık program durdurma veya kapatma yaptırımı uyguluyordu. Buna karşı görsel medyanın her zaman savunması şuydu; “kişi kendi rızasıyla geliyor”. Aslında orada bir mizansen söz konusudur. Kameraların bulunduğu ortamda insanlar ne kadar doğal davranırlar o ayrı bir konu, ancak onların özel yaşamlarını kameralar önünde bütün kamuoyuna açmaları, genel adap ve ahlak kurallarına aykırılık taşıyorsa, felsefi olarak da insanın insani değerlerini yücelten ya da yükselten değil de; aşındıran bir özellik taşıyorsa herhalde bu tür programlar, sadece kendi rızalarıyla katılıyorlar diye, hukuka uygun bir hale gelmezler.
Basın mensubunun köşe yazısı yazarken, fotoğrafı çekerken, karikatür çizerken, dikkate alması gereken bazı özellikler vardır. Fotoğrafını çektiği, haberini yaptığı olayın bir gerçekliğinin olması gerekmektedir, ancak gerçeği, kendine düşen özen ölçüsünde araştırması gerekir. Burada gerçeği araştırmak derken; bir Cumhuriyet Savcısı gibi veya bir sosyal bilimci gibi bir olguyu birçok boyutuyla derinlemesine araştırmasını basın mensubundan bekleyemeyiz, çünkü bu, onun mesleki şartlarıyla bağdaşır bir durum değildir. Burada anlatılmak istenen, gazetecinin somut ya da maddi gerçeği bulması değil, görünürdeki gerçekliği yakalamasıdır. Gazeteci, bir haberi yaparken, örneğin bir yolsuzluk haberi yaparken, gerçekten üzerine düşen araştırma görevini yerine getirmiş mi getirmemiş mi buna bakmak gerekir. Yıllar önce, bilirkişi olarak bana gelen bir dosyadan bir örnek: Adana’da yaşanan bir olayı gazete manşet yapmış ‘’sahte diploma poliste’’ . Konu bir okul müdürüyle ilgili. Gerçekten bir sahte diplomanın düzenlendiği yazıdan anlaşılıyor; bu konuda emniyet, vali, milli eğitim arasında yazışmalar var, sahte diplomaların örnekleri var, gazeteci hiç de incitici sayılamayacak bir manşet atmış ortaya ‘’sahte diploma poliste” diye ve ardından yazışmaların kupürlerini koymuş ve kullandığı dil de “iddia edilmektedir”, “bildirilmektedir” biçiminde; mutlak yargılayıcı ifadeler yok. Bilirkişi olarak bana gelen dosya için, gazetecinin yazıp çizdiklerinin gerçeğe uygun olduğunu, burada kamu yararı bulunduğunu, çünkü yapılan yolsuzlukların ve usulsüzlüklerin kamuoyu tarafından bilinmesinde toplumsal menfaat bulunduğunu, bu niteliği ile olayın güncel de olduğunu, ayrıca konu ve ifade arasındaki dengenin de bulunduğunu, sonuç olarak söz konusu yayının hukuka aykırılık teşkil etmediğini raporda yazmıştım. Ancak , her zaman bunun böyle olmadığını da biliyoruz.
Bir yayının hukuka aykırılık teşkil edip etmediğini değerlendirirken dikkate alınması gerekli bir kriter olarak gerçeklik, basın mensubunun görünüşte de olsa gerçeği araştırma ödevini yerine getirip getirmediği ile ilgilidir. Yapılan yayında dayanılan deliller, sunulan belgeler karşısında, ortalama, makul, dürüst bir vatandaş bunu yeterli ve tatmin edici buluyorsa, bu gazetecinin üstüne düşen gerçeği arama görevini yapmış olduğu anlamına gelir. Bunun kanunlarda standart belli bir ölçütü yoktur.
İkinci önemli kriter, yapılan işte kamu yararı var mı, yani o yayın yapılırken, gazeteci belirli medya kurumlarını korumak için mi, -bazen biliyoruz yaygın medyada daha çok oluyor, iki medya grubu çarpışıyor ve gerek gazetelerinde gerekse televizyon ekranlarında birbirlerine ilişkin yoğun suçlamalarda bulunuyorlar- ya da kin, husumet, öç alma duygusu için mi yapmaktadır yoksa gerçekten kamuoyunu bilgilendirmek, kamuoyunu oluşturmak için mi? Burada ölçü kamu yararı olmalıdır. Eğer kamu yararı yoksa, yayın, gerçek bile olsa, hukuka aykırı hale gelmiş olur.
Üçüncüsü, güncellik ölçütüdür. Yaptığınız yayınla; kişinin 25-30 yıl önce yaşanmış özel hayatına ilişkin bir hususu kamuyla paylaşılır hale getiriyorsunuz. Tümüyle gizli alana veya sır alanına ait değilse, dar anlamda özel hayat alanına ilişkin bir hususu şartları varsa yayın konusu yapabilirsiniz. Çünkü bu alan, basına kısmen kapalıdır, tümüyle de kapalı değildir. Kamu yararı gerektiriyorsa, tabii ki de özel hayata girilecektir. Kamu yayarı varsa, kişilik haklarına saldırı teşkil eden yayınlar yapılabilir, ancak bunu, kamu yararı hukuka uygun hale getirir. Kamu yararının olması lazım ve konunun güncel olması lazım, mesela bir kişi milli eğitimde genel müdürü oluyor. Bu şahıs, 25 yıl önce çocuklarını terk etmişti, boşanma davası olmuştu, çocuklarını ihmal etmişti, bunun günümüzde genel müdür olmasıyla bir ilgisi yoktur. Siz bu şahsı aile araştırma kurumunun başkanı yapıyorsanız, olay 25 yıl önceden kalsa bile, olay günceldir. Neden? Çünkü, geçmişteki olayla o andaki güncel durum arasında bir bağ vardır. Veya kişi geçmişte kara para aklamaktan yargılanmış ya da soruşturma geçirmiş ve ondan sonra Mali Suçları Araştırma Kurulu, kısaca MAK dediğimiz kurulun başkanı yapmışsınız, 30 yıl önce olsa bile, burada güncellik söz konusudur. 20 yıl önce kaçakçılıktan mahkum kişiyi, gümrük müsteşarı yapıyorsunuz. Burada da güncellik vardır.
Konuyla ifade arasındaki denge veya sunumdaki ölçülülük de bir başka ölçüttür. Sunumdaki denge, özellikle de yerel medya bakımından çok önemlidir. Açılan davaların çoğunu, yerel medya, gerekli kriterlere uymuş olsa bile, sunumdaki dengeyi yeterince gözetmediği için kaybetmektedir. Yerel medya niçin önemlidir? Gerek haber kaynağına yakınlığı bakımından gerekse okuyucuya yakınlığı bakımından önemlidir ve bu anlamda çifte bir denetim altındadır. Onun içindir ki, yerel medya, demokratik rejimin ve siyasal kültürün oluşması bakımından çok önemli bir yere sahiptir. Dilerim ki, bundan sonrada yerel medyanın bu anlamdaki gücü daha da fazla artsın. Yerel medyaya karşı, en çok basın yayın yoluyla hakaretlerden dava açılır. Genel olarak yerel medyaya bakarsınız; yayın konusu yaptığı olayda bir gerçeklik oluyor, yaptığı haberde kamu yararı da var, ama konuyla ifade arasındaki uyum ya da dengede ölçüyü kaçırmış oldukları görülür . Ne gibi? Normal yolsuzluk haberini, yolsuzluk olarak vermekle yetinmeden, henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı olmaksızın kişiyi “dolandırıcı”, “riyakar”, “sahtekar” ilan etmek. Oysa, kişinin dolandırıcılık suçunu işlemekle itham edildiğini anlatmaya çalışmak gerekmektedir fakat yargısız infaz anlamına gelebilecek ifade ve tabirlerden kaçınılmalıdır. Henüz mahkeme kararıyla onun dolandırıcı olduğu sabit değilse, Anayasamızda da vardır, hukukun genel evrensel ilkesi vardır, masumiyet karnesi diye, yani kişinin suçlu olduğu hükmen sabit oluncaya kadar kişi masum sayılır, Bu durumda doğrudan kişileri dolandırıcı, ikiyüzlü, sapık, katil gibi değerlendirmelerden kaçınmak gerekmektedir. Bu konuda genellikle yazılı basın, görsel medyanın yanında biraz daha insaflıdır ayrıca geçmişe göre bir azalma da söz konusudur. Eskiden televizyon yorumcuları çıkıp bir parti için “hırsızlar partisi” demiş, ertesi günde çıkıp, ben bunu sordum öğrendim, bunun tazminatı 3-5 milyonmuş, ben bunu söylemeye devam ederim diyebilmiştir. Ya da belirli kişiler hakkında “sülükler, lağım fareleri, örümcek kafalılar” gibi sözcükler kullanıldığı bilinmektedir. Hâlbuki yapılan yayın, ne kadar doğru olursa olsun, ne kadar kamu yararı bulunursa bulunsun, ne kadar güncel olursa olsun, davaların büyük bir kısmının basın mensupları aleyhine sonuçlanmasının önemli nedenlerinden birisi, konuyla ifade arasındaki dengenin korunmamış olmasıdır. Bir de değerlendirme yaparken mutlak yargılar dile getirilmektedir. Mutlak yargılardan kaçınmalı, mümkün olduğu kadar ihtimali, yumuşak ve esnek bir dil kullanılmalıdır. Yazıyı kaleme alırken; duyum alınmaktadır, söylenmektedir, iddia edilmektedir gibi yumuşak ifadeler seçilmelidir.
Yıllar önce, yerel medyadan bir olumsuz örnek daha; Kişinin birisi bir partiden ayrılmış seçim öncesi başka bir partiye geçmiş. Türkiye’de ister milletvekili olsun, isterse belediye başkanı veya meclis üyesi olsun, bunların parti değiştirmesi, bunun genel olarak ne anlama geldiğini hepimiz biliriz. Adı geçen kişinin fotoğrafını koymuş 2. sayfaya, bununla yetinmemiş, şu kişi şuradan ayrıldı, buraya geçti demiş, fotoğrafın yanına eşit işareti koymuş karşısına da dolar simgesi koymuş. Onunla da yetinmemiş, altına geçmiş “kaç dolars” diye yazmış. Burada bu kişi tamamen parayla alınıp satılan ticari bir metaya dönüştürülmüştür. Hâlbuki daha uygun ifadelerle aynı amacı ve sonucu elde etmek mümkündür. Bu biraz da kültürümüzden ve zihniyet dünyamızdan kaynaklanan bir olaydır. Bir durumu sert, net, mutlak ifadelerle dile getirmediğimiz zaman, sanki derdimizi ifade etmemiş oluyoruz, çünkü gazetecimiz de bu kültürün dışında değildir. ,Son olarak olayın biraz etik boyutuna değinmek istiyorum. Etik boyutunda da yerel medyanın önemli bir özelliği vardır. Basın dünyası, ne kadar bürokratik, hiyerarşik yapıya kavuşursa ve halkla olan temasını keserse, yaygın medyada olduğu gibi, gerek çalıştığı yer, gerek eğlendiği yer bakımından ayrıldığı zaman, halkla, okuyucuyla, kaynakla arasına büyük kademeler ve mesafeler girdiği zaman, bu evrensel bir şeydir, ahlaki sorumluluk ve duyarlılık zayıflar. Yerel medyanın en büyük şansı budur. Çünkü yerel medya, bir şeyi abartarak yazdığı zaman, okuyucusu ona hemen ulaşıp “Ahmet bey, Ayşe hanım, böyle şey olur mu” diye sorabilmektedir ama yaygın basına okuyucunun ulaşması mümkün değildir. Bizde bir de hukuk her şeyi çözer diye bir anlayış vardır, ben bir hukukçu olarak iddia ediyorum ki, ahlakın desteğini almayan hukuk fazla bir mesafe kat edemez. Öncelikli olan etik midir, hukuk mudur deseler, etik derim, ahlak derim. Ahlak dediğimiz şey de uzayda oluşan veya fanusta oluşan bir durum değildir, ahlakın da toplumsal, insani, duygusal, sosyal, kültürel bir çerçevesi vardır, eğer insanlar eve ekmek götürme kaygısını yoğun bir şekilde yaşıyorsa, gazeteciler, medyadaki tekelleşmeler ve yoğunlaşmalar nedeniyle basın iş yasasının getirdiği güvencelerden büyük bir şekilde yoksun bırakılmışlarsa, sadece iyi niyetle hazırlanan meslek etik kodlarıyla sonuç alamazsınız. Eğer hukuki yapı, sosyo-ekonomik kültürel yapı birbirini desteklemiyorsa, sadece bir konuyu etik kod haline getirmek bir çözüm olmuyor. Zaten eğer çözüm olsaydı, ilk olarak 1960’lı yıllarda, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bünyesinde kurulan Basın Şeref Divanı tarafından belirlenen ve bugün basın ahlak yasası diye bilinen ilkeler, Türkiye’de 50 yıldır bilinen ilkelerdir, ama bizim medyadaki yakınmalarımız da yoğun bir şekilde devam etmektedir.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mehmet Yüksel'in 12 Nisan 2008 tarihinde verdiği “İletişim Hukuku” konulu seminer.

İletişim Teknolojilerinin Gelişimi

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Toplu'nun verdiği “Yeni iletişim teknolojilerinin gelişimi ve medyanın dönüşümü” konulu seminer, medya mensuplarının öğrenmesi veya hatırlaması gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

 

İnsanlığın gelişiminde, iletişim ve iletişim araçları, her zaman temel belirleyici ve yönlendirici bir unsur olmuştur. Sözden yazıya, yazıdan görüntülü nesnelere kadar iletilen her türlü düşün ve sanat ürünü ile onu ileten araçlar sürekli gelişim göstermiş, her dönem kendi iletişim ortamını yaratmıştır.
Karşılıklı bilgi alışverişi amacına yönelik etkinlikleri kapsayan ve bu amaçla kullanılan araçları tanımlayan iletişim, kavramsal olarak iki temel unsuru bünyesinde barındırmaktadır. Bunlardan birincisi iletilen olarak adlandırabileceğimiz her türlü düşünce ve sanat ürünüdür ki, bunlar insanlığın gelişimi ile birlikte sürekli gelişen ve belirli bir anlam ifade eden değerler bütünüdür. Çoğu zaman içinde geliştiği toplumun toplumsal etkinliklerinin ürünü olan ve sürekli gelişen, geliştikçe kendini yenileyen ve yanlışlarını bünyesinden atan bu değerler bütünü, bireylerin yaşamını yönlendiren temel unsurdur. İnsanların öğrenme, araştırma, düşünsel ve sanatsal yönlerini ortaya koyma, evreni kendi yaşam koşullarını oluşturmak için değiştirme çabaları ile elde ettiği bulgu ve sonuçları başkaları ile paylaşma, bundan maddi ve manevi kazanç elde etme düşüncesi doğal olarak bu sürecin oluşumunda en başat rolü oynamaktadır.
Yaratılmış olan bütün bu değerlerin, olgu ve olayların bireylerin ve toplumun yaşamında bir anlam ifade edebilmesi için, her şeyden önce başkaları ile paylaşılması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerektirmektedir. Bunu sağlayacak olan da iletişim araçlarıdır. Bu da iletişimin ikinci temel unsurunu oluşturmaktadır. İnsanın düşünsel ve toplumsal çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan bilgi ve onun türevlerinin iletilebilmesi için insanlık hem onun gelişimine, hem de onun iletimine olanak sağlayacak araçların geliştirilmesi yönünde ortak bir çaba sarf etmiştir. Çünkü yaratılmış değerlerin, olay ve olguların aktarılması için önce ifade edilmesi ve sonra da ifade edilenin başkalarına aktarılması gerekmektedir. Bu da ancak iletişim araçlarının gelişimi ile olanaklı olmuştur. Dilin ortaya çıkışından internetin gelişimine kadar, tarihsel süreç içerisinde, geliştirilen bütün iletişim araçları, düşün ve sanat ürünleri ile olay ve olguların aktarılmasında önemli işlevlere sahip olmuştur. Gelişen iletişim araçlarının etkisi sadece bilginin aktarımı ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda aktarılanın biçimini, niteliğini ve içeriğini de değiştirmiştir. Teknolojik gelişimler ve bunların iletişim alanında kullanımı ile birlikte, sözlü, basılı, görsel birçok düşün ve sanat ürünü iletişim yönteminin ve mesleğinin ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Bir bilim ve meslek dalı olan iletişim, bu gelişmeler doğrultusunda kendini konumlandırmış, her dönem kendi kuramsal temellerini oluşturmuştur.
İletişim araçları iletişimin gelişiminde her zaman temel belirleyici unsur olmuştur. Çünkü iletişim araçları, kendi olanakları ve kapasiteleri doğrultusunda iletilecek olanın biçimini, niteliğini ve içeriğini doğrudan belirlemiştir. Tarihsel süreç içerisinde iletişimin sağlanmasında en temel unsur hiç kuşkusuz dildir. Semboller dizisi ve zihinsel etkinliklerin ürünü olan dil, düşüncenin gelişimi ve aktarılmasında temel aracıdır. Dil bütün iletişim araçları için vazgeçilmez bir niteliğe sahiptir ve onsuz bir iletişim ortamı ancak bir takım eksikliklerle varlığını sürdürebilir. Dilin gelişimi ile birlikte gelişmeye başlayan sözel bilgi aktarımı, her zaman büyük bir önem taşımış ve önemi hiçbir dönemde azalmamış, hatta bazı iletişim araçlarının temel bilgi aktarım yöntemi olmuştur. Ancak sözel iletişim yöntemi, aynı etkiyi bilginin saklanması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında gösterememiştir. Özellikle bilgi birikiminin artması, aynı zamanda bunun saklanması ve aktarılması sürecinde sözel iletişimin yetersiz kalmasına ve kaydedilme zorunluluğunu gündeme getirmiş, bu da yazının bulunmasına neden olmuştur. M.Ö. IV bininci yıllardan kalma Uruk tabletlerinden ilk yazılı belgelerin Sümerlere ait olduğu anlaşılmaktadır. Yazı daha sonra bütün toplumlarda etkin bir biçimde kullanılmaya başlanmış ve sürekli gelişerek günümüze kadarki evrimsel sürecini devam ettirmiştir.
Yazının bulunması doğal olarak onun hangi ortama kaydedileceği sorusunu da gündeme getirmiştir. İlk başlarda doğal ortamdaki taşlar, kil tabletler, ağaç kabukları ve yaprakları, M.Ö. 3300’lü yıllardan itibaren papirüs bitkisinden elde edilen ve aynı adı taşıyan kâğıtlar ve M.Ö. 2. yüzyıllardan itibaren de Bergama’da hayvan derisinden yapılan parşömen, yazı malzemesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yüzyıllar boyunca önemli bir yazı malzemesi olan ve günümüzde de etkinliği önemli ölçüde devam ettiren kâğıt, ilk önce M.S. 105 yılında Çinli bir saray görevlisi olan Tsai Lun tarafından üretilip geliştirilmiştir. Semerkant’ta Arapların tutsak aldığı Çin savaş esirleri Araplara kağıt yapma sanatını göstermiştir. Harun El Reşit (764-809) 800 yıllarına dek Bağdat’ta, kağıt imal ettiriyor ve daha sonra da kağıtlar, Araplar aracılığı ile Bizans’a ve Akdeniz boyunca da İspanya’ya yollanıyordu. Nitekim Avrupa’daki ilk kâğıt fabrikası da kâğıdın bulunuşundan 1045 yıl sonra 1150 yılında İspanya’nın Valencia kentinde, Türkiye’de ise Yalova’da 1744 yılında İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuştur.
Yazı ve yazı malzemeleri yaklaşık 4000 yıllık bir süreç içerisinde yaygınlık kazanabilmiştir. Bu sürecin en önemli özelliklerinden biri de bilgi, olay ve olguların elle kaydedilmesidir. Yaklaşık olarak yazının bulunmasından 4000 ve kâğıdın bulunmasından 700 yıl sonra 8. ve 9. yy.larda Çin ve Japonya’da kutsal metinlerin blok baskı yöntemi ile çoğaltılması amacıyla matbaa kullanılmaya başlanmış ve 1041 yılında Çinli Pi Seng, ayrı ayrı harfler dökerek baskı yapma tekniğini geliştirmiştir. Basım tekniğinde Uzak Doğu’da yaşanan bu gelişmelerden yaklaşık 500 yıl sonra Avrupa’da ilk matbaa 1444 yılında Gutenberg tarafından kullanılmıştır. Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, matbaanın yaygınlaşması hatta endüstrileşmesinde Avrupa’nın temel belirleyici olmasıdır. Rönesans’ın, aydınlanma çağının ve endüstri devriminin Avrupa’da ortaya çıkması, toplumun eğitim seviyesinin yükselmesi ve buna paralel olarak toplumun bilgiye olan gereksiniminin artması, doğal olarak bilgi kaynaklarına olan talebi artırmış, bu da basım tekniğinin gelişimini ve yaygınlaşmasını hızlandırmıştır.
Türkiye'de ise son derece ilginç ve düşündürücü sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce kâğıttan önce kullanılan yazı kayıt ortamları olan papirüs ve parşömen, Türklerin yaşadığı ve yurt edindiği bölgelerde bulunmuş ve kullanılmıştır. Yine aynı şekilde kâğıdın ve matbaanın ilk bulunup kullanıldığı bölgelerde de Türkler etkin bir şekilde yaşamaktadır. Ancak bu basım araç ve gereçleri, Türklerin yaşadığı bölgelerde etkinlik kazanamadan Avrupa’da kullanılmaya başlanmış ve birer endüstri haline gelmişlerdir. Türkiye’ye ilk matbaa İspanya’dan İstanbul’a göç eden Yahudiler tarafından, Avrupa’da kullanılmaya başlamasından yaklaşık elli yıl sonra 1493 yılında getirilmiş ve daha sonra 1567 yılında Ermeniler ve 1627 yılında da Rumlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı’da Müslümanlar tarafından ilk matbaa 1728 yılında İstanbul’ da kurulmuştur. Gerek yabancılar gerekse Müslümanlar tarafından bunların dışında matbaalar kurulmuş ve bu matbaalarda eserler basılmış olmasına karşın, Osmanlı’da yayıncılık ancak 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren etkinlik kazanmaya başlamıştır (Toplu, 2002, s.111 ). Osmanlı’da kâğıt fabrikasının da 1744 yılında kurulduğu dikkate alındığında, Türklerin hatta onların yönetimi altındaki bölgelerde, yazılı kültüre dayalı iletişim araçlarının toplumsal düzeyde etkinlik kazanamadığı, hatta bu yönde gereksinimin bile oluşturulamadığı söylenebilir. Bir başka deyişle basılı iletişim araçları hep Türklerin yaşadığı bölgelerde gelişmiş ancak ondan yararlanma ve onu içselleştirmede aynı ölçüde başarı sağlanamamıştır. Yerleşik kültürün bir ürünü olan yazının, göçebe toplumda yeterince etkinlik kazanması doğal olarak beklenemezdi. Buna bağlı olarak sözel kültürün toplumda etkin olması, yazılı araçlara olan gereksinimi azaltmaktadır.
Dünya’da ilk gazete 1609 yılında Avisa, Relation oder Zeitung ismi ile Almanca haftalık olarak Strasburg’da yayımlanırken (İnuğur, 1982, s.57) bundan yaklaşık 220 yıl sonra Osmanlı sınırları içerisinde- her ne kadar İstanbulda’ki Fransız Büyük Elçiliği 1796-1798 yılları arasında Fransızca Gazete yayımlasa da- Orta Doğu’da ilk gazete 1828'de Vaka-yı Mısrıyye ismiyle Kahire'de yayımlanmıştır. Günümüz Türkiye sınırları içerisinde yayınlanan ilk Türkçe gazete ise, 1831 yılında yayımlanmaya başlayan Takvim-i Vekayi’dir (Levis, 2000, 95). Gazetelerin ortaya çıkmasının, bilginin yayımı ve merkezi yönetimin düşüncelerinin taşra üzerinde daha etkin hale gelmesi açısından önemli işlevleri olmuştur. Birey ve gruplar daha önceleri çoğu kez sözel olarak ve içinde bulundukları ortamdaki bilgilere erişebilirlerken, gazetelerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile bu sınır genişleyerek bölgesel ve/veya ülkesel boyuta ulaşmıştır. Bununla birlikte gazeteler daha güncel bilgileri okuyucularına ulaştırmaya başlamışlardır. Gazetelerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması, aynı zamanda merkezi iktidar açısından bazı avantaj ve dezavantajları da beraberinde getirmiştir. İktidarlar çıkardıkları ya da destekledikleri gazeteler aracılığı ile ilk kez güçlü propaganda aracına sahip olmuşlardır. Ayrıca merkezden taşraya doğru yoğunlaşmaya başlayan bilgi akımı sayesinde, merkezi bakış açısı bütün toplumsal kesimlere benimsetilmeye başlanmıştır. Buna karşın, merkezi iktidara karşı olan güçler de kendi düşüncelerini yayma açısından daha güçlü iletişim aracına sahip olmuşlardır. Doğal olarak bu da sansür uygulamalarının daha etkin bir şekilde uygulanmasını gündeme getirmiştir. İletişim açısından düşünüldüğünde, gazeteler özellikle yazılı kültürün gelişip yaygınlaşmasında önemli bir işleve sahip olmuştur.
Gazetelerin yaygınlaşması, ulusal hatta uluslararası ölçekte birer iletişim aracı haline gelmesi, doğal olarak aktarılacak bilgi ve haberlerin de aynı düzeyde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Gazetelerin kurumsal olarak dünyanın her yanındaki haber ve olayları tek başlarına elde etme olanağının bulunmaması nedeniyle bu alanda faaliyet gösterecek kurumların ortaya çıkmasına neden olmuş ve haber ajansları kurulmuştur. Dünya’da ilk haber ajansı 1835 yılında Agence Havas (Törenli, 2005, s.76) adıyla Paris’te kurulurken, Türkiye’de Anadolu Ajansı’nın temelleri 1920 yılında atılmıştır (Bengi, 2002, s.4).
Yazının bulunması ile başlayan ve yaklaşık 5.000 yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde etkin hale gelebilen yazılı kültür geleneği, 19. yy.’ın son çeyreğinden itibaren hem kendi gelişimine katkıda bulunacak, hem de kendine rakip olabilecek yeni iletişim araçları ile karşı karşıya kalmıştır. Fotoğrafın, 1839 yılındaki icadından sonra, kitap, gazete vb. gibi basılı iletişim araçlarında, yazının yanında görselliğin daha etkin bir biçimde kullanılması ve enformasyonun okuyuculara daha çekici bir biçimde aktarılabilmesi olanaklı hale gelmiştir. Fotoğrafın gelişimi, yazının yanında ilk kez yeni bir iletişim aracının ortaya çıkması açısından da son derece önemlidir.
Bu süreç içerisinde telgraf ve telefonun gelişimi, iletişime yeni bir boyut ve içerik kazandırmıştır. 1844 yılında Samuel Mors’un geliştirdiği özel bir alfabeyle (Mors Alfabesi) kodlanmış elektrik sinyallerinin alıcı ve verici arasında kurulan kablo bağlantısıyla uzak mesafelere gönderilmesine olanak sağlayan telgraf (Törenli, 2005, 70), iletişim hızının artırılması ve yeni bir boyuta taşınması konusunda etkin rol oynamıştır. Bununla birlikte 1899 yılında Marconi tarafından ilk telsiz telgraf haberleşmesi Manş üzerinde gerçekleşmiştir. Telgrafın gelişimi, iletişimin boyutunu yerellikten ulusal ve uluslararası ölçeğe taşırken, aynı zamanda gazetelerin haberleri daha güncel elde etmelerine ve içeriğini zenginleştirmelerine olanak sağlamıştır. Telgraf askeri alandan yönetime, ticaretten gündelik yaşama kadar toplumsal yaşamın diğer alanlarını da doğrudan etkilemiştir. Türkiye’de ilk telgraf hattı 1847 yılında İstanbul Edirne arasında döşenmeye başlanmış ve hizmete 1854 yılında girmiştir (Paçacı, 2006).
Telgrafın bulunuşundan yaklaşık 30 yıl sonra 1876 yılında, bir başka telli iletişim aracı olan telefon ilk kez insan sesini bir boyuttan başka bir boyuta taşımayı başarmıştır. Bu, iletişim tarihinde yeni bir dönemin açılmasına, sözel kültürün etkinliğinin tekrar artmaya başlamasına neden olmuştur. Türkiye’de ise ilk telefon kullanımı 1908 yılında gerçekleştirilmiştir. 20. yüzyılın başında 1906 yılında Aubrey Fessenden, Massachusetts’ten Atlantik Okyanusu’ndaki gemilere radyo dalgaları üzerinden insan sesini ileterek telsizin gelişimine olanak sağlamıştır (Atabek, 2001, 72). Özellikle askeri alanda ve ticari alanda önemli işlev üstlenen telsiz, herhangi bir hatta bağlı kalmadan sesin aktarılabilmesi açısından oldukça önemlidir.
19. yy.’nin ikinci yarısından itibaren telgraf, telefon ve telsiz teknolojisi alanındaki gelişmeler doğrudan birer kitle iletişim aracı olmasalar da, 1920 yılında ABD’de gerçek anlamda yayın hayatına başlayan Radyo’nun öncülüğünü yapmışlardır. Türkiye’de ise ilk radyo yayını 1927 yılında İstanbul ve Ankara’da yapılmıştır (Kocabaşoğlu, 1980). Radyo yayıncılığını kendinden önceki kitle iletişim aracı olan gazetelerden ayıran en önemli farklılık, birinin yazılı diğerinin ise sözel kültürün ürünü olmasıdır. Radyolarda gazetelere göre daha güncel bilgi edinme olanağı ortaya çıkmış, dinleyiciler daha kısa zamanda enformasyona ulaşabilir hale gelmişlerdir. Radyoların, gazetelere göre başka bir avantajı da müzik vb. eğlencelerin ilk kez bir kitle iletişim aracında yayınlanabilmesine olanak sağlamasıdır.
Ancak, sesin yanında görselliği de kapsayan televizyon yayıncılığının etkisi çok daha fazla olmuştur. Televizyon yayıncılığının başlangıcı konusunda farklı tarihsel yaklaşımlar söz konusudur. Cavalier ilk televizyon yayıncılığının BBC tarafından Londra’da 1928 de ve Jeanneney ise aynı kurum tarafından ve aynı yerde 2 Kasım 1936 yılında başlatıldığını belirtmektedir.
Türkiye’de ilk televizyon yayını İTÜ tarafından 1952 yılında başlatılsa da, asıl televizyon yayıncılığı TRT tarafından 1968 yılında başlatılmıştır (Yanatma, 2008; Aziz, 1998). Televizyon yayıncılığı kendinden önceki tüm eğlence ve haberleşme yollarını, geleneksel kurumlarımızı ve sosyal ilişkilerimizi tümden değiştirmiştir. Televizyonun, sesin yanında görselliği de içermesi onu daha izlenebilir hale getirirken, özellikle sinemanın mekânsal bağımlılığını bir ölçüde de olsa yıkmış ve bunu evlere taşımıştır. Bununla birlikte televizyonda görsellik ve sesin birlikte sunulması, elde edilen enformasyonun daha kalıcı olmasına olanak sağlamıştır.
1948 yılında ilk kez ABD’de uygulamaya konan kablo tv uygulaması (Atabek, 2001, s.83) televizyon yayıncılığında çok sayıda yayın kanalı için bir sorun haline gelen frekans sorununu çözmek için kullanılan bir yöntemdir. Türkiye’de ise ilk kablolu tv yayınları 1980 yılında İstanbul’da Ortadoğu Video İşletmeleri ve Ankara’da Irmak Video Şirketi tarafından o zaman için tek televizyon kanalı olan TRT Televizyonuna ek olarak videobantlarından film yayınlarının kablo ile dağıtılması ile başlanmıştır. PTT ise ilk kablolu tv yayınını 1989 yılında Ankara’da Çankaya Oran Sitesi’nde deneme amaçlı olarak başlatmıştır.
Türkiye’de matbaa ve onun ürünleri dışındaki diğer teknolojik araçların, ortaya çıkışından en geç 15-20 yıl sonra kullanılmaya başlamasına karşın, kablolu tv’nin yaklaşık kırk yıl sonra gündeme gelmesinin iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi televizyon yayınlarının uzun yıllar TRT’nin tekelinde olması ve tek kanalla yayın yapılması -Türkiye’de ilk özel televizyon 1990’lı yılların başında yayın hayatına başlamış ve daha sonra yaygınlaşmıştır- ve ikincisi de telekomünikasyon alt yapısının yine 1990’lı yılların başına kadar gerek teknolojik olarak, gerekse yaygınlık anlamında yetersiz olmasıdır.
Bu gelişmelerle birlikte 1979 yılında, ilk defa İngiltere’de televizyon kanalları üzerinden yayınlanmaya başlanan teleteks yayıncılığı, haberlerin yine televizyonlar üzerinden yazılı olarak erişilebilmesine olanak sağlamıştır. Aynı dönemde kullanılmaya başlanan videoteks yayıncılığı ise, etkileşimli televizyon yayıncılığının öncüsü olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan uzay yarışı uydu teknolojilerinin gelişimine önemli katkı sağlamıştır. Gelişen bu uydu teknolojileri daha sonra her türlü iletişim teknolojilerinin ve kitle iletişim araçlarının yayımında etkin bir biçimde rol oynamıştır. Günümüzde uydular, iletişimin boyutunu belirleyen temel araçlardır.
Gazete, radyo ve televizyon ortaya çıktıkları dönemden itibaren birey ve toplumun gelişiminde önemli işlevler üstlenmişler, her araç kendi okuyucu, dinleyici ve izleyicisini oluşturmuştur. Hatta kitle iletişim araçları, kendinden sonra gelenleri kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak algılamışlardır. Ancak kitle iletişim araçları, gelişmeleri takip ederek, yayıncılık politikalarını gözden geçirerek ve içeriklerini zenginleştirerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.
1990’lı yıllardan itibaren internet ve sayısal yayıncılık alanındaki gelişmeler, kitle iletişim araçlarının mevcut yayıncılık anlayışını ve politikasını ve içeriğini tümden değiştirmiş, tek bir ortamda hepsini erişilebilir kılmıştır.
Sovyetler Birliği 4 Ekim1957 tarihinde uzaya ilk kez Sputnik adında insansız bir araç göndermiş, ABD teknolojik yarışta üstünlüğü ele geçirmek amacıyla, 1969 yılında ARPANET’i (Advanced Research Projects Agency Network) kurmuştur. Kuruluş’un temel amacı, ülkedeki askeri ve akademik birimler arasındaki çalışmaların koordinasyonunu sağlamak, işbirliğini artırmak, bilgi alışverişini gerçekleştirmek ve kurumlar arasında etkin bir iletişim ortamı yaratmaktır. 1972 yılında bu ağ içerisinde ilk kez e-mail gönderilmiş ve 1973’te de ABD dışında, İngiltere’deki Londra Kolej Üniversitesi ile ağ üzerinden bağlantı kurulmuştur. 1986 yılında Ulusal Bilim Kuruluşu güçlü bir ağ yapısıyla (NSFnet) ARPANET’e bağlanarak bugünkü alt yapının oluşumuna zemin hazırlamış ve 1995 yılından itibaren ticari kuruluşları da kapsayacak şekilde genişleyerek, internet adı verilen ve ağların ağı olarak adlandırılan bilgi ağı ortaya çıkmıştır.
Günümüzde “yeni medya” olarak adlandırılan sürecin ortaya çıkmasını olanak sağlayan bir başka etmen de dijital yayıncılığın gelişimidir. Metin, ses, görüntü, fotoğraf vb. her türlü enformasyonun elektronik ortamda aktarılmasına olanak sağlayan ve dijital yayıncılık olarak adlandırılan gelişme, geleneksel medyadan farklıdır ve tamamen bilgisayar teknolojisi temelinde çalışmaktadır.
Dijital yayıncılığın gelişimi ve yaygınlaşması doğal olarak ilk başta yazılı enformasyon alanında gözlenmiş, 1983 yılında Amerikan Kimya Kurumu dergilerin elektronik tam metinlerini bir ticari şirket aracılığı ile hizmete sunmaya başlamıştır. Ancak internet ve diğer akademik ağlar aracılığı ile gerçek anlamda elektronik yayıncılık yapma projeleri 1989’ da meydana gelen “soğuk füzyon” olayından sonra hız kazanmıştır. Grafik, görüntü vb. enformasyonun dijital ortama aktarılması yönündeki çalışmalar 1960’lı yıllara kadar uzanmaktadır. Ancak yazılı metinlere göre çok daha fazla kapasitede işlem yapılmasını zorunlu kılması nedeniyle, bu alandaki çalışmalar, 1990’ların başında, bilgisayar teknolojisindeki mikroişlemcilerin gelişimi, işlem hızı ve kapasitelilerinin artması ile birlikte etkinlik kazanabilmiştir.
Elektronik ve internet yayıncılığının basın sektöründe ilk uygulamaları ABD’de ortaya çıkmıştır. 1995 yılında ABD’de sekiz büyük gazete, çevrimiçi olarak, baskıya hazır gazete sayfalarını anında okurların bilgisayarlarına aktarmak amacıyla bir araya gelerek gazete yayımcılığında sanal dönemi kurumsal düzeyde başlatmışlardır. Bu gelişmeyi izleyen aşamada diğer ülkelerdeki gazeteler de (Der Spiegel, USA Today gibi) İnternet’e girerek sanal versiyonlarını yayımlamaya başlamışlardır. Türkiye’de internet ortamını kullanarak geleneksel basından çevrimiçi yayıncılığa ilk adımı Temmuz 1995 yılında Aktüel Dergisi atmıştır. Onu hemen ardından Ekim 1995’de Leman Dergisi izlemiştir. Ülkemizdeki gazeteler arasında çevrimiçi yayıncılık uygulamalarına ilk başlayan medya kurumu ise 2 Aralık 1995 tarihi ile Zaman Gazetesi olmuştur.
Dijital yayıncılığın gelişimi, enformasyonun yayımından eğlenceye kadar toplumsal yaşamın hemen hemen bütün alanlarını etkilemiştir. Bilginin yayımı, depolanması ve erişiminde enformasyon merkezleri eski ağırlıklarını kaybederlerken, internet sayesinde oluşan enformasyon otobanları sayesinde, bireyler uluslararası düzeyde daha fazla bilgiye erişebilir hale gelmişlerdir. Kamu hizmetlerinin elektronik ortama aktarılması sayesinde, sağlıktan eğitime kadar birçok hizmet daha etkin ve daha verimli bir şekilde e-devlet kapsamında verilmeye başlanmış, vergiler ve her türlü ödemeler internet ortamında ödenmeye başlanmıştır. Bilginin elektronik ortamda sunumu ve erişimi sonucunda hizmeti sunan ve hizmeti alanlar arasında oluşan ‘karşılıklı etkileşim’, geleneksel yönetim biçiminin evrilerek ‘karşılıklı yönetim’ anlayışına dayalı bir demokratik düzeni yapılandırmaya başlamıştır. Kamu kurum ve kuruluşları dâhil olmak üzere iktisadi, ticari, sağlık, eğitim, kültürel vb. bütün birimlerdeki merkezi yönetim algılayışı terk edilmiş ve dağınık yapılı (âdemi merkezi) yönetim düşüncesi etkinlik kazanmıştır. İnternetin gelişimi ile birlikte küreselleşme olgusu iktisattan hukuka kadar toplumsal yaşamın hemen her alanında etkin olmaya ve bunun sonucu bütün düzenlemeler bu çerçevede yapılmaya başlanmıştır. Uluslararası düzenlemeler, yerel uygulamalardan daha fazla etkin hale gelirken, çok uluslu şirketlerin ve örgütlerin ülkelerin karar mekanizmalarındaki ağırlığı daha da artmıştır. Ancak bütün bu gelişmelerde enformasyonu ve teknolojiyi yaratan ülkeler, aynı zamanda o alandaki uluslararası düzenlemelerin oluşturulmasında etkin bir şekilde söz sahibi olurken, alıcı konumundaki ülkeler ise genellikle kararları uygulamakla karşı karşıya kalmışlardır.
İnternet ve dijital yayıncılık alanındaki gelişmeler medya kurumlarının işleyişinde, örgütlenme yapısında ve kendi aralarındaki ilişkilerinde önemli değişiklikler yaratmıştır. Dijital teknik ve çoklu yayıncılık sistemleri geleneksel medyanın (gazete, televizyon, radyo vb.) ulusal egemenliğine henüz bir son vermiş olmasa bile, gücün dağılmasına yol açarak sistemin yeniden yapılandırılmasını zorlayan yeni bir dönem başlatmıştır.Tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan her yeni iletişim aracı var olan ve kurumsal bir kimlik kazanmış medya için bir tehdit olarak algılanmıştır. Ancak uygulamada, yeni iletişim araçları, var olanı tehditten ziyade çoğunlukla işbirliğini ve ortaklık koşullarını sağlayacak ortamın oluşumunda önemli işlevler üstlenmişler, hatta enformasyonun yayımında aynı kaynaklardan yararlanmışlardır. Ancak yeni medya düzeni olarak adlandırdığımız süreçte köklü değişikliklerin oluştuğu görülmektedir.
Geleneksel ve yeni medya arasındaki en önemli temel farklılıklardan biri örgütlenme ve işleyişte ortaya çıkmaktadır. Geleneksel medyada, güçlü bir örgütlenme ve sermayenin yanında, bina, matbaa vb. gibi her türlü alt yapı koşulları ile enformasyonun toplanmasından onun okuyucu, dinleyici ve/veya izleyiciye aktarılmasına kadarki süreç içerisinde yer alacak teknik donanımlı, deneyimli ve nitelikli personele gereksinim duyulmaktadır. Özellikle basılı medyadaki sayfa sınırlamaları, medyanın gerek kendi muhabirleri, gerekse bölgesel, ulusal ve uluslararası ajanslardan elde ettiği haberlerin seçimi ve okuyucuya aktarımında etkin bir karar mekanizmasının oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Yöneticilerin ve patronlarının düşünce yapısı ve dünya görüşü haberlerin seçiminde etkin biçimde belirleyici olmakta, olay, olgu ve enformasyon onların bakış açıları doğrultusunda okuyucuya aktarılmakta, bu da sansür başta olmak üzere bir takım kısıtlamaları gündeme getirmektedir. Ayrıca yine klasik medyanın etkin olduğu dönemlerde siyasi erkin sansür uygulamaları, medyanın kurumsal yapısı nedeniyle, daha etkin bir şekilde uygulanabilmektedir.
Eski teknolojiler birkaç azınlığın çoğunlukla iletişim kurmasına izin vermekte, çoğunluğun istek ve beğenileri azınlık tarafından belirlenmektedir. Yeni teknolojiler ise çoğunluğun kendi istediği enformasyona ulaşmasına izin vermektedir. Eski iletişim teknolojileri üretici merkezlidir ve aynı iletişim içeriğini bütün izleyiciler için sağlamaktadır. Yeni iletişim teknolojileri ise kullanıcı merkezlidir ve bilgisayarın hafızasındaki enformasyona erişim biçimi çoklu kılınmıştır.
İnternet ve dijital yayıncılığın belirleyici olduğu yeni medya düzeninde ise, iki farklı görünüm mevcuttur. Birincisi medya, geçmişe kıyasla, finansal kaynak, alt yapı koşulları ve personel bakımından çok daha az yatırımla etkin, güncel ve kapsamlı yayın yapma olanağına sahiptir ve ulusal hatta uluslararası boyutta etkili olabilmektedir. Bu bir bakıma yerelin ulusal ve/veya uluslararası ölçekte kendini ifade edebilmesi olanağını sağlamaktadır. İkincisi ise, gazete, radyo ve televizyon gibi her türlü medya yayıncılığında ortaya çıkan tekelleşmenin çok daha güçlü bir medya yapısının ortaya çıkmasına neden olmasıdır. Bu da iktidarlar ve toplum üzerine çok daha etkin ve yönlendirici bir ortamın oluşmasına, olay ve olguların olduğu gibi aktarılmasından ziyade, içeriksiz, popülerleşmiş, yönlendirilmiş, hatta çoğu zaman sansürlenmiş bir yayıncılık anlayışının gelişmesine neden olmaktadır. Farklı ekonomik ve çıkar gruplarının elinde bulunan medya kuruluşları, aynı olayı kendi bakış açıları çerçevesinde okuyucu, dinleyici ve izleyicilerine aktarmakta, birey ve/veya toplum da çoğu zaman bu oluşan enformasyon kirliliği içerisinde ya verilene kendi değer yargıları çerçevesinde inanmakta, ya da doğrusunu araştırma yolunu tercih etmektedir. Bununla birlikte toplumdaki çıkar gruplarının çok daha fazla ayrımlaşması nedeniyle birey ve toplumlar her koşulda daha fazla enformasyona erişebilir hale gelmiştir. Ayrıca birçok sivil toplum örgütü ve çıkar grubu, internetin enformasyonun erişiminde sağladığı yeni olanaklar sayesinde, üyelerine ve diğer toplumsal kesimlere bilinçlendirme konusunda daha etkin bir şekilde rol alabilmektedir.
Günümüzde medya iki farklı görüntü ile karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi çoğunlukla ticari amaçlar çerçevesinde üretilmiş, dünyayı tek tipleştirmeye yönelik ve neredeyse yerel kültürü yok etme gücüne sahip yayıncılık anlayışının etkin olması halidir. İkincisi ise, iletişim ve yeni medya olanakları sayesinde, yerel medyanın gücünün uluslararası boyuta taşınabilmesi ve bunlarla her türlü kültürel değerin, bilgi birikiminin, olay ve olguların kendi dışındaki dünyaya ulaştırılabilme olanağının yakalanmış olmasıdır. Yeni iletişim ortamı, tekelleşmenin getirdiği dünyanın tek tipleştirilmesi yönündeki olumsuzlukları giderme açısından önemli avantajlar sağlamaktadır.
Geleneksel ve yeni medya arasındaki en temel farklılıklardan biri enformasyonun yayımı sürecindeki güncellik, hız ve etkileşim alanlarında ortaya çıkmaktadır. Geçmiş dönemlerde, gazeteler yayınlandığı anda bir önceki günün haberlerini aktarabilme şansına sahipken, televizyonlar haber ve görüntüleri, yayın merkezine ulaştığı anda izleyiciler ile paylaşabilmekteydi. Günümüzde, internet ortamında yayınlanan gazeteler Web sayfaları aracılığı ile, televizyonlar da canlı yayınlarla dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen olayları anında okuyucu ve izleyicilerine aktarabilmektedirler.

(ikinci bölüm) Aktarılan enformasyonun boyutu, içeriği, niteliği ve aktarılma biçimi klasik ve yeni medya arasındaki farklılıkları belirleyen bir başka unsurdur. Geçmiş dönemlerde gazeteler sadece yazılı ve görsel basılı enformasyonu, yeni medya ortamı ise, aynı belge üzerinde hareketli ve/veya hareketsiz görüntüleri, sesleri, filmleri, fotoğrafları, grafikleri vb. metinlerle birlikte okuyucuları ile paylaşabilmektedirler.
Dijital ortamın sağladığı bir avantaj olan ve multimedya olarak adlandırılan bu süreçte çok daha fazla yazılı görsel enformasyon okuyucuların hizmetine sunulmaktadır. Bu ortamın bir başka özelliği de, kullanıcıların bir bilgiden diğerine rahatlıkla geçebilmeleridir. İnternet ortamındaki gazetelerde yayınlanan haber ve makalelerde kullanılan kaynaklara, web sitelerine vb. elektronik bağlantılar kurulmakta, böylece okuyucunun bilginin gerçek kaynağına ulaşması ve bunları gözden geçirmesi sağlanmaktadır. Ayrıca ilgili makale ve yorumu yazan kişilerin e-mail adresleri ve erişim bilgileri verilerek interaktif bir ilişki ortamı sağlanmaktadır (Brunson, 2001, s.74). Böylece okuyucular konu ile ilgili diğer bilgilere, farklı görüşlere anında erişebilmekte ve daha sağlıklı değerlendirme yapabilmektedirler.
Yeni medya ortamının etkisi sadece gazetecilikle sınırlı kalmamış, radyo ve televizyon yayıncılığında da büyük değişimler yaratmıştır. Uydu, dijital ve dijital kablolu yayıncılığın gelişimi ile birlikte yüzlerce televizyon, radyo yayınına erişilebilmekte ve yayın sağlayıcıların oluşturmuş olduğu paket programlar interaktif bir şekilde kullanıcılarla paylaşılabilmektedir (Smith, 2002, s. 26). Bu devrimin etkisi, sadece daha fazla televizyon ve radyo yayıncılığı anlamına gelmemekte, aynı zamanda eski dünyanın tekli yayıncılık algılayışı yerine, seçime ve tercihe dayalı, daha iyi bir yayıncılık ortamının gelişmesine olanak sağlamaktadır (Graham, 2002, s.30). Televizyon yayıncılığındaki gelişmeler bunun somut göstergesidir. Yayın sağlayıcı kuruluşlar sinema, eğlence, spor, belgesel, magazin vb. türü farklı farklı paket programlar hazırlayarak bunları ilgili izleyici gruplarına pazarlamaktadırlar. Bu gelişim izleyicileri kendi ilgi alanları doğrultusunda daha spesifik yayınları izleme ve genel programlar dışında farklı seçenekleri değerlendirme olanağı sağlarken, medya sektörünün gelirlerini artırma fırsatı yaratmaktadır.
Bu süreci tanımlayan başka bir unsur da, bütün medya türlerinin internet ortamında erişilebilir olmasıdır. Kısa bir süre önceye kadar, gazeteler basılı olarak, radyo ve televizyonlar da kendi araçlarıyla ayrı ayrı takip edilebilmekteydi. Bilişim teknolojilerinin ve internetin gelişimi, bu üç medya türünü bilgisayar ortamında, elektronik olarak erişim olanağı sağlamış ve bunları izlemek için zorunlu araçlara olan gereksinimi de ortadan kaldırmıştır. Medya türlerinin kendi ortamları dışında farklı araçlarla erişilebilir hale gelmesi, doğal olarak onların geleceğinin yeniden tartışılmasına, hatta bu teknolojilerin tek bir ortamda tanımlanması sürecini gündeme getirmektedir. Gelecekte gazete, radyo ve televizyon yayınları belki tümden ortadan kalkmayacak, hatta yayın formatları bile büyük ölçüde korunabilecek, ancak onları takip etmek için gerekli ortam ve araçlar tümden değişime uğrayacaktır.
Medya, bilişim ve dijital teknolojide meydana gelene gelişmeler ve bunların yöndeşmesi, multimedya uygulamalarında kendini somut bir şekilde göstermektedir. Multimedya uygulamalarının etkisi medya faaliyetlerinin sınırlarını aşarak, eğitim, pazarlama, bilgi aktarımı, tanıtım ve bilgisayar oyunları gibi alanlara yayılmıştır. Multimedya eğitimde, uzaktan ve/veya CD tabanlı eğitim programlarının hazırlanmasında, seminer ve konferans metinlerinin yayınlanmasında etkin bir şekilde kullanılmaktadır (Şeker, 2005, s. 181).
Bununla birlikte iş çevrelerinin, ulusal ve uluslararası düzeyde artan rekabet koşullarına ayak uydurabilmek için daha fazla bilgiye gereksinim duyması, medya da dâhil olmak üzere bilgi sahibi kişi ve kurumlarla daha fazla etkileşim içerisinde olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da iş çevrelerinin medyaya olan ilgisini artırmaktadır.
Elektronik yayıncılığının gelişiminin sağladığı en önemli avantajlardan biri de, yayınların arşivlenmesi ve bunların erişiminde ortaya çıkmaktadır. Klasik yayıncılık döneminde basılı, sözel ve görsel alanlarda yapılan yayınlar ilgili kurumların arşivlerinde ve/veya özellikle gazetelerde olduğu gibi enformasyon merkezlerinde arşivlenmekte idi. Doğal olarak belgelerin arşivlenmesi için çok fazla mekâna gereksinim duyulmakta, bu da ilgili kurum ve kuruluşlarda birçok yeni yük anlamına gelmektedir. Ayrıca bu yayınlardan herhangi birine erişim, ancak ilgili arşivlere gidilerek hatta gerekli izinler alınarak sağlanabilmekte idi. Ancak dijital yayıncılığın ve internetin gelişimi ile birlikte, gerek yayınların arşivlenmesinde ve gerekse erişiminde, birçok yeni olanak ortaya çıkmıştır. Yeni medya ortamında, ilgili kurum ve kuruluşlar çok daha küçük mekânlarda ve elektronik ortamda yayınlarını arşivleyebilmektedir. Bu da ekonomik anlamda önemli getiriler sağlamaktadır. Elektronik yayıncılık, geçmiş dönemle kıyaslanmayacak ölçüde, arşiv ortamındaki yayınların erişiminde de önemli avantajlar sağlamıştır. Özellikle Google, Yahoo vb. gibi tarama motorları aracılığı ile arşiv ortamındaki yayınlara anında erişilebilmekte, hatta gerektiğinde konu ile ilgili diğer yayınlar da gözden geçirilebilmektedir. Hâlbuki geçmişte basılı ortamdaki bir yayına erişim için saatler ve hatta günler harcanmaktaydı.
İnternet ve dijital yayıncılığın gelişimi özellikle basılı yayıncılığın farklı bir boyuta taşınması ve işlevselliğinin artırılması açısından önemli avantajlar sağlamıştır. Günümüzde gazeteler elektronik ortamda sadece aynı formatta yayınlanmakla kalmamakta, NTVMSNBC, CNNTÜRK, CNN, BBC vb.’inde olduğu gibi ana akım haber siteleri oluşturulmaktadır. Bu haber siteleri ulusal ve uluslararası düzeyde meydana gelen olayları anında okuyuculara aktarmaktadır. Ayrıca bu gelişmeler konulara göre dizinlenmekte ve okuyucular da ilgili oldukları alanlara daha çabuk yönelmektedirler. Yahoo, Google ve Alta Vista gibi oluşturulan indeks ve gruplama siteleri de gerek güncel, gerekse geçmişe yönelik enformasyonun anında erişimini olanak sağlamaktadır. Oluşturulan tartışma siteleri hem medyanın kendi içerisindeki farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına, hem de okuyucuların bu alanda kendi görüşlerini aktif bir biçimde yansıtmasını olanak sağlamaktadır (Kırçıl, ss.2-3)
Yeni Medya Düzeninin Sağladığı Avantajlar
Elektronik, uydu ve dijital yayıncılık ile internetin gelişimi ve yaygınlaşması, medya sektöründeki harcamaların azaltılmasında önemli rol oynamıştır. Basılı, işitsel ve görsel medya klasik dönemde yayınlarının erişebilirliğini sağlamak için insan gücünden teknolojik altyapıya kadar çok geniş kapsamlı yatırımlar yapmak zorunda iken, günümüzde sınırlı olanaklarla çok daha etkin yayıncılık yapma olanağına sahiptir. Örneğin geçmişte ulusal (yaygın) gazetelerin toplam giderlerinin sadece %40’ı haberi toplama, yazma ve kurgulamaya ayrılmaktadır. Geriye kalan basım, pazarlama ve dağıtıma gitmekte olan %60’lık giderler ise, çevrimiçi gazetecilik ile ortadan kalkmaktadır (Kırçıl, s.1). Yine aynı şekilde radyo ve televizyon yayıncılığında uydu teknolojilerinin ve internetin gelişimi ile birlikte, karasal ölçekli teknolojik altyapıya olan gereksinim gittikçe azalmaktadır.
Yeni iletişim ortamının sağladığı avantajlardan bir başkası da, yayınların erişilebilirliği ve yaygınlaşmasıdır. Geçmiş dönemlerde, yaygın medya da dâhil olmak üzere, yayınların erişilebilirliğinde belirli bir sınırlılık her zaman mevcuttu. Günümüzde ise, yerel medya da dâhil olmak üzere, gerek internet gerekse uydu üzerinden yayın yapan yazılı, işitsel ve görsel medyaya uluslararası düzeyde erişilebilmektedir.
Her türlü medya yayınının etkin bir şekilde izlenebilir olması sorgulama, demokratikleşme ve daha fazla enformasyonu erişebilme olanakları açısından önemli avantajlar sağlamaktadır. Okuyucu ve/veya izleyiciler, geçmiş dönemlerde, olayları ve olguları, sınırlı yayınlar aracılığı ile takip edebilirken ve çoğunlukla da tek yönlü bilgilenirken, günümüzde ise erişilebilirlik ve takip edilebilirlik açısından çok daha fazla yayın kuruluşuna ve buna bağlı olarak da enformasyonu erişebilir hale gelmişlerdir. Bu gelişim sayesinde izleyiciler olay, olgu ve yorumları farklı bakış açıları takip edip değerlendirebilmektedir. Ayrıca olay ve olguların bazı kesimler tarafından manipüle edilmesine yönelik çalışmalar engellenemese bile, doğrularının farklı kanallardan öğrenilmesi çok daha kolay hale gelmiştir. Medya alanında yaşanılan tekelleşmeye rağmen, toplumsal ölçekli farklı bakış açıları geçmiş dönemle kıyaslanmayacak düzeyde kamuoyu ile paylaşılmaktadır. Bu da medyanın demokratikleşmesinde önemli katkı sağlamaktadır. Bir başka deyişle daha önceleri kendilerini medya aracılığı ile ifade edebilme olanağına sahip olmayan birçok çıkar ve baskı grubu, internet başta olmak üzere, yeni iletişim ortamı sayesinde görüşlerini kamuoyu ile daha fazla paylaşabilmektedir.
Medyanın demokratikleşme yönündeki çabaları, onun kendi kurumsal kimliğine de yansımış, bu alandaki klasik merkezi yönetim uygulamaları, âdemi merkezi bakış açısı çerçevesinde ele alınmaya başlamıştır. Yeni iletişim ortamının, medyayı birçok merkezden yayın yapma olanağı sunması doğal olarak klasik merkezi yönetim uygulamalarını güçleştirmiştir. Bununla birlikte medya yayıncılığının, rekabet ortamının da etkisiyle, haberden ekonomiye, spordan eğlenceye kadar hemen her alanda spesifikleşmesi, bu alandaki yayınlardan sorumlu kişilerin yönetim düzeyinde daha fazla söz sahibi olmalarını zorunlu kılmıştır.
Yeni iletişim ortamının sağladığı başka bir avantaj da, yayın kuruluşlarına, farklı okuyucu ve izleyici profiline uygun kanallara sahip olma ve bu çerçevede yayın yapma olanağı sağlamasıdır. Birçok medya kuruluşu teknolojik olanaklar sayesinde spor, haber, kültür vb. alanlarda uzmanlaşmış farklı yayın kanallarına sahip olabilmekte ve ilgili alanlardaki ulusal ve uluslararası her türlü etkinliği izleyicileri ile paylaşabilmektedir.
Teknolojik gelişimin medya üzerindeki en önemli etkilerinden biri, yerel medyanın gücünü artırması ve bu sayede bölgeye yönelik her türlü değerin ulusal hatta uluslararası ölçekte erişilebilir hale getirmesidir. Klasik medyanın etkin olduğu dönemlerde genellikle merkezden taşraya doğru tek yönlü bir enformasyon akışı söz konusuydu ve bu da yerel ölçekli her türlü haber ve olayların ikinci plana itilmesine neden olmaktaydı. Merkezi bakış açısının ve ticari amaçlı kültürel değerlerin topluma kabul ettirilmesi yönündeki bu çabalar doğal olarak yerel değerlerin ikinci plana itilmesine neden olmuştur. Bu süreç günümüzde de daha güçlü ve baskın bir şekilde devam etmektedir. Ancak yeni medya ortamı bu gelişime dur diyemese bile, yerel değerlerin ve bakış açısının ulusal hatta uluslararası ölçekte erişilebilmesine olanak sağlamaktadır. İnternet ve uydu yayıncılığının birçok yerel medya kuruluşunu ulusal hatta uluslararası ölçekte erişilebilir kılması, aynı zamanda bölgesel ölçekli her türlü enformasyonu erişilebilir hale getirmiştir. Artık buradaki temel sorun teknolojik yetersizlikler hatta maddi olanaksızlıklar değil, bu bakış açısına sahip meslek insanlarının ve kurumsal yapıların henüz yeterince oluşturulamamış olmasıdır. Bu gelişim sağlandığı takdirde yerel her türlü değerin kamuoyunca paylaşılmasına olanak sağlayacağı gibi, aynı zamanda bölgesel sorunların kendi bakış açılarınca irdelenmesi ve kabul edilmesini de gündeme getirecektir.
İnternet medyacılığı ile birlikte interaktif kamuoyu oluşturma ve kullanıcı profilini saptama daha kolay hale gelmiştir. Bu sayede karşılıklı etkileşim ve interaktif yayıncılık ortaya çıkmıştır. Okuyucu ve/veya izleyiciler talep ve eleştirilerini daha etkin bir biçimde iletebilirlerken, yayın kuruluşları da kullanıcıların eleştirileri doğrultusunda yayınlarını daha fazla gözden geçirme olanağını elde etmiştir.
Yeni medya düzeninin sağladığı önemli avantajlardan biri de geçmişte olduğu gibi yayınlara eşzamanlı erişme zorunluluğunun ortadan kalkmasıdır. Özellikle internet ve teleteks yayıncılığı sayesinde okuyucu ve izleyicilerin herhangi bir haberi kaçırma ihtimali hemen hemen hiç bulunmamaktadır. Ayrıca bireyler, geçmişte hiçbir dönemde olmadığı kadar ülkenin ya da dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olayı ve bunlarla ilgili değerlendirmeleri anında öğrenebilmektedirler. Üstelik bunu fazla bir çaba sarf etmeden gerçekleştirebilmektedirler.
Haberin niteliğini değiştiren internet, günümüzde medya çalışanının tanımını da değiştirmiştir. Medya çalışanı, özellikle yönetici konumunda olanlar, daha donanımlı olmak zorundadır. Sadece mesleki bilgi birikimi ile değil, teknolojik donanımı ile de karar süreçlerinde etkin bir şekilde katılmak ve çalışanları yönlendirme sorumluluğuna sahip olmalıdır. Diğer taraftan televizyonu, radyosu, gazetesi ve internet sitesi olan büyük medya grupları, elde etikleri her türlü enformasyonu bütün yayın kuruluşlarında kullanabilmektedirler. Böylece, her bir yayın kuruluşu için ayrı ayrı muhabir istihdam edilmesine çok fazla gereksinim kalmamaktadır. Böylece medya kuruluşları, tek bir muhabir tarafından sağlanılan her hangi bir haberi, bütün yayın kuruluşlarında yayınlayarak daha az insangücü istihdam etmektedir. Buna karşın, çalışanların emeklerinin aynı ölçüde karşılandığını söylemek pek olanaklı değildir.
Yukarıda belirttiğimiz bütün gelişmeler göstermektedir ki; yeni medya ortamı maliyetlerin düşürülmesinde önemli rol oynamakta, buna karşın performansı sürekli artırmaktadır. Teknolojik yöndeşme sayesinde, bütün medya ortak bir platformda izlenebilmekte ve her türlü doküman herhangi bir sınır tanımadan, bir ortamdan başka bir ortama elektronik olarak taşınabilmektedir.
Yeni Medya Düzeninin Dezavantajları
Yeni medya düzeninin en büyük dezavantajlarından biri çalışanlar üzerinde yarattığı baskıdır. İnternet ve uydu yayıncılığının gelişimi, enformasyonun iletimi ve erişiminde birçok yeni olanak sağlamış, bu da birçok kişi ve kuruluşun iş sahalarının daralmasına neden olmuştur. Özellikle tekelleşme ile birlikte ortaya çıkan yeni süreçte, gazete, radyo ve televizyon gibi birçok yayın aracına sahip medya kuruluşlarının, elde ettikleri enformasyonu bütün yayın kuruluşlarında kullanmaları, doğal olarak bu alanda çalışan meslek elemanlarının sayılarında düşüşe yol açmaktadır. Medya çalışanlarının karşılaştığı, belki de işsiz kalmadan daha tehlikeli olabilecek bir başka sorun da, hemen her şeye reyting ve izlenebilirlik kapsamında yaklaşılması ve meslek ilkelerinin göz ardı edilmesidir. Bu da meslek etiği kurallarının çoğu zaman yok sayılmasına ve “daha fazla izlenebilirliğin” temel ilke olarak ele alınmasına neden olmaktadır. Bir başka deyişle daha fazla izlenme, aynı zamanda daha fazla reklam ve kâr anlamına gelmekte, bu da ilkeli yayıncılığı ve meslek kimliğini ikinci plana itmektedir.
Medya kuruluşlarının toplum üzerindeki etkisinin gittikçe artması, ulusal ve uluslararası düzeyde faaliyet gösteren güçlü ve tekelci konumdaki diğer ticari ve sanayi kuruluşlarının ilgisinin medya üzerinde yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Bu kuruluşlar, var olan medya kuruluşlarını satın alarak ya da yeni medya kuruluşları geliştirerek, bunu siyasi iktidarlar ve toplum üzerinde baskı unsuru olarak kullanmakta, haberlerin iletiminden bunlara yönelik her türlü değerlendirmelere kadar hemen herşey, büyük ölçüde, medya sahiplerinin çıkarlarını destekleyecek şekilde ele alınmaktadır. Ayrıca yine bu kuruluşlar, diğer alanlardaki ürün ve hizmetlerinin reklâmlarını, sahip oldukları medya aracılığı ile yürütmekte ve gerektiğinde diğer rakip firmalara karşı haksız rekabet ortamları oluşturmaktadırlar. Bu gelişmeler, doğal olarak medyanın kendi amaç ve hedeflerinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte kitle iletişim araçlarının, toplumsal gerçeklerden çok, ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran medya sahiplerinin isteklerini yansıtan bir tavır içinde olması, medyanın geniş kitleler üzerindeki etki ve saygınlığını azaltmaktadır.
Yeni medya düzeni, her türlü enformasyonun erişim hızında ve miktarında daha önce hayal bile edilemeyecek düzeyde olanaklar sağlamış, ancak bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Geçmiş dönemin yayıncılık anlayışında, kamuoyuna aktarılacak enformasyonun yazı ve/veya yayın kurulları tarafından gözden geçirilerek okuyucu ve/veya izleyiciye aktarılması temel ilke olarak belirlenmişken, günümüzde ise, ilk önce duyuran ve en hızlı olma anlayışı içerisinde hareket edilmektedir. Doğal olarak bu uygulamalar, eksik hatta çoğu zaman yanlış enformasyonun kamuoyuna aktarılmasına neden olmaktadır. Ayrıca bilişim teknolojilerinin, enformasyonun iletiminde sağladığı kolaylıklar sayesinde, bazı kişi ve kurumlar, olayları olduğu biçimden farklı biçimde, ya da manipüle ederek aktarmaktadır. Bütün bu gelişmeler, gerek internet ortamından gerekse medyadan gelişmeleri takip eden ve araştıran kişilerin, aynı olaylar hakkında farklı enformasyonla karşılaşmalarına ve hangisinin doğru olabileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu ortamda kişiler ya yanlış enformasyonu gerçek gibi kabul etmekte, ya da gerçeği öğrenmek için daha fazla çaba sarf etmektedirler.
Günümüz medya yapısının en önemli sorunlarından biri de, telif haklarının göz ardı edilmesi ya da kaynak gösterilmeden yayıncılık yapılmasıdır. Birçok medya kuruluşu, herhangi bir araştırma yapmadan ve muhabir göndermeden, ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarını izleyerek haber toplamakta ve herhangi bir kaynak göstermeden bunu kendi araştırmasıymış gibi okuyucularına sunmaktadır. Hatta bazen aynı konuda farklı kaynaklar tarafından kamuoyuna iletilen haberler, yeniden değerlendirilerek özgün bir habermiş gibi okuyucuya aktarılmaktadır. Bir başka deyişle özgün olmayan, fakat internete bağımlı bir medya anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu da doğal olarak telif haklarının çiğnenmesine ve emeğe saygının göz ardı edilmesine, meslek ahlak ilkelerinin daha fazla tahrip olmasına neden olmaktadır (Bengi, 2002, ss-2-3.). Medya kuruluşlarının, herhangi bir çaba sarf etmeden haber toplamada elde ettiği bu fırsatlar, aynı zamanda güçlü ülkelerin enformasyonunun kamuoyuna aktarılmasına ve kendi ülkelerinin sorunlarının göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Medyanın kaynak göstermeden ve telif ücreti ödemeden yayın yapması, gelirlerini bu kaynaktan sağlayan haber ajanslarını zor durumda bırakmaktadır.
Yeni medya ortamının en büyük dezavantajlarından biri de, yerel kültürel değerleri erozyona uğratması ve bunun yerine tüketime dayalı kültürel algılayışı hâkim kılmasıdır. Sinema filmlerinden dizilere, magazin programlarından eğlence programlarına kadar birçok görsel program, bireylerin aile, toplum, okul vb. çevrelerden edinmiş oldukları her türlü değeri yok etmekte ve bunun yerine imaja ve markaya dayalı, tüketilmediğinde dışlanılan bir algılayışı hâkim kılmaktadır. Bir başka deyişle, medya bireyin kimliksel şekillenmesinde diğer toplumsal faktörlerin önüne geçmiştir. Bu da doğal tüketime dayalı algılayışı ön plana çıkarmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Bilişim, iletişim ve telekomünikasyon teknolojilerinin gelişiminin bir ürünü olan “yeni medya” veya “internet medyası”, yukarıda da değinildiği gibi, birçok avantaj ve dezavantajı bünyesinde barındırmaktadır. Gelinen noktada, avantajlardan yararlanarak birçok dezavantajın üstesinden gelme olanağı doğmuştur. Ancak güçlü sermaye olanaklarına sahip tekelci medya karşısında, yerel ve gücünü okuyucudan alan bağımsız medya kuruluşları, varlığını sürdürebilmeleri için hâlâ birçok sorunun üstesinden gelmek zorundadır.
Yerel medyanın çok daha az yatırımla, çok daha güçlü ve bağımsız bir gelişme gösterme olanağına sahip olması ve Dünya’nın her yanından erişilebilir konumda bulunması, bölgesel kültürel, düşünsel, sanatsal vb. değerlerin, ulusal ve uluslararası ölçekte “bir değer olarak” sunulabilmesi olanağını güçlendirmektedir. Yine aynı şekilde, yeni medya düzeni, yerel ve bölgesel haberlerin ilk kez kendi kaynağından bu kadar güçlü bir şekilde Dünya’ya duyurulabilmesine olanak sağlamaktadır. Yerel medya, bölgesindeki eğitim kurumlarında, sivil toplum örgütlerinde vb. mevcut nitelikli insanlardan yararlanarak, güçlü bir medya oluşturma fırsatı yakalamıştır. Bu aynı zamanda, yerel düzeydeki entelektüel birikimin ulusal hatta uluslararası ölçekte tanınmasını, görüş ve düşüncelerinin bilinmesine olanak sağlayacaktır.
Yeni iletişim düzeninde, medya kuruluşları daha fazla uzmanlaşmalı ve yayınlarını bu çerçevede yürütmeli, belirli bir okuyucu kitlesine hedef almalıdırlar. Basılı, görsel ve/veya elektronik olsun bilinçli medya izleyicileri, güncel haberlerin yanında, daha fazla yoruma ve araştırmaya dayalı bilgilerle ilgilenmektedir. Bu da belirli alanlarda uzmanlaşmış ve medya dışında çalışmalarını sürdüren uzmanlardan yararlanmayı daha fazla gerekli kılmaktadır. Nitekim güçlü medya kuruluşlarının haber, spor, kültür, eğlence vb. benzeri gibi birçok farklı yayın kuruluşlarına sahip olmaları veya bu yönde girişimde bulunmaları, önümüzdeki dönemlerde spesifik yayıncılığın artarak devam edeceğini göstermektedir.
Medyanın, toplumsal yaşamın bütün alanlarında güçlü bir baskı unsuru haline gelmesi, diğer alanlarda faaliyet gösteren ve daha önce bu yönde hiçbir etkinlik göstermeyen sermaye kuruluşlarının ilgisini bu alana çekmiştir. Bu gelişim medyanın kurallarının ve değerlerinin gittikçe aşınmasına neden olmakta, farklı yapılanmaları gündeme getirmektedir. Meslek kuruluşları başta olmak üzere, bütün çalışanların bu olumsuz gelişmelerin önüne geçmeleri ve etkin bir kamuoyu oluşturmaları gerekmektedir. Yoksa medya sektöründe, önümüzdeki süreçte belirleyici olan, meslek ilke ve değerleri değil, sermayenin gücü olacaktır. Gelişme ve uygulamalar bunu somut bir şekilde göstermektedir.
Yeni medya düzeninde, en fazla etkilenmesi gereken kurumların başında, eğitim kurumları gelmektedir. Toplumun bütün bireylerini neredeyse esir alacak düzeyde etkisi altına alan medya yayıncılığına karşı, bireyler bilinçlendirilmeli ve “bilinçli medya okuryazarlığı” kavramı, bütün eğitim kurumlarında güçlü bir şekilde ele alınmalıdır. Mesleki formasyonu sağlayan bütün eğitim kurumlarının ders programlarında, bilişim ve iletişim teknolojileri, bireyleri bu alanlarda yetkinleştirecek düzeyde yer almalıdır. Çünkü günümüz medyasını en fazla tanımlayan öğelerin başında teknoloji gelmektedir. Ancak “teknolojinin” bir araç olduğu ve temel ilkenin, meslek olduğu unutulmamalıdır.
Elektronik yayıncılığın gelişimi ile birlikte, “enformasyon” kavramının belirleyici olduğu hemen bütün alanlarda, “intihal” ve “telif hakları” en fazla kullanılan terimlerin başında gelmektedir. Çünkü, internet ve elektronik yayıncılığının, bilginin erişimi ve kullanımında sağladığı hız ve kolaylık, bireylere bunlardan istedikleri gibi yararlanma ortamı sağlamaktadır. Bundan dolayı da enformasyonu yaratan bireylerin hakları, çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Medya ortamında bu tür uygulamaların en aza indirgenmesi için, meslek kuruluşlarının daha fazla çaba sarf etmesi ve bazı yaptırımlarda bulunması gerekmektedir.

KAYNAKLAR

Atabek, Ü. (2001). İletişim ve Teknoloji. Ankara: Seçkin.
Atılgan, M. (2006). Antik Çağın En Önemli Yazı Malzemesi: Papirüs. Bilgi Dünyası. 7 (2): 293- 312.
Adıvar, A. A. (2000). Osmanlı Türklerinde İlim. 6. bs. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Aydın, O. S. (2005). 21. yüzyılda Türkiye’de Ulusal Radyo Haberciliği. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. (1) ss.123-131
Aziz, A. (1998). Türkiye'de Televizyon Yayıncılığının 30 Yılı (1968-1998). Ankara: TRT.
Bengi, H. (2002). “İnternet Gazeteciliği ve Telif Hakları Sorunu”, 5.7. 2008 tarihinde : http://72.14.203.104/search?q=cache:za60L6VpCo8J:inettr.org.tr/inetconf8/bildiri/36.doc++%22internet+gazetecili%C4%9Fi%22&hl=tr&gl=tr&ct=clnk&cd=1 adresinden erişilmiştir.
Boorstin, D. J. (1996). Keşifler ve Buluşlar. Çev. F. Dilber. Ankara: Türkiye İş Bankası.
Brunson, M. (2001). The Media. The Political Quarterly. 72(1). ss.74-80.
Capron, H. L. and J. A. Johnson (2004). Computers: Tools for an Information Age. 8th ed. Upper Saddle River, N. J. Pearson Education International.
Cavalier, J.-J. (2004). Medya ve İletişim Teknolojileri. Çev. M. Çamdereli. İstanbul: Salyangoz Yayınları.
Çakır, H. (2007). Geleneksel Gazetecilik Karşısında İnternet Gazeteciliği. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 22 (1). ss.123-149.
Ersoy, O. (1959). Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve İlk Basılan Eserler. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Enstitüsü.
Gökçe, O. (2005). İletişim Bilimine Giriş. 6.bs. Ankara: Turhan Kitabevi.
Graham, A. (2002). Broadcasting Policy and The Digital Revolution. Political Quarterly. 69 (B), ss.30-42.
Gülle, M. T. (2002). e-Türkiye Sürecinde Bilgilenme Hakkı ve Kütüphaneciliğimiz. 38. Kütüphane Haftası Bildirileri, 25-31 Mart 2002: e-Türkiye Sürecinde Kütüphaneler. Yay. Haz. Ali Can [ve diğ.]. Ankara: Türk Kütüphaneciler Derneği
İnuğur, M. N (1982). Basın ve Yayın Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi.
Hepinçler, T. (2008). Teknolojik Gelişmeler İle Dönüşen Fotoğraf Kavramı. 22.9. 2008 tarihinde: http://members.tripod.com/tolgason/digital.htm adresinden erişilmiştir
Jean, G. (2004). Yazı İnsanlığın Belleği. Çev. N. Başer. 2. bs. İstanbul: YKY.
Jeanneney, j.-N. (1997). Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi. Çev. E. Atuk. İstanbul: YKY.
Karaduman, S. K. ve M. Karaduman (2006). Bilgi Toplumunun Oluşmasında Televizyon Haberlerinin Yeri Ve Önemine İlişkin Eleştirel Bir Bakış. 14.09.2008 tarihinde: http://iibf.ogu.edu.tr/kongre/bildiriler/06-01.pdf adresinden erişilmiştir.
Kırçıl, A. G. ve T. Karagüler. Dijital Çağda İletişime Yeni Yaklaşım: Online Gazetecilik. 3.10.2008 tarihinde: http://ab.org.tr/ab03/tammetin/128.doc adresinden erişilmiştir.
Kocabaşoğlu, U. (1980). Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna. Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Levis, B. (2000). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Çev. M. Kıratlı. 8. bs. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Paçacı, K. K: (2006). Geçmişten Günümüze Türkiye’de Telekomünikasyon. 5. 7. 2008 tarihinde: http://www.tk.gov.tr/Etkinlikler/Ulusal_Etkinlikler/paneller/125%20ATAT%C3%9CRK'%C3%9CN%20DO%C4%9EUM%20YILD%C3%96N%C3%9CM%C3%9C%20-%20KAYA%20BEY.ppt#256,1, adresinden erişilmiştir.
Rigel, N. (1991). Elektronik Rönesans: Uydu Yayın ve Kablolu TV Teknolojisiyle İzlenen Körfez Savaşı. İstanbul: Der Yayınları.
Smith, C. F. and C. W. R. Webster (2002). Delivering public services through digital television. Public Money & Management. (October-December). ss 25-32.
Şeker, T. B. (2005). Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler çerçevesinde bilgiye erişimin yeni boyutları. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimsel Enstitüsü Dergisi. (13). ss.377-391
Timisi, N. (2003). Yeni İletişim Teknolojileri ve Demokrasi. Ankara: Dost.
Tokgöz, O.(2000). Temel Gazetecilik. 4. bs. Ankara: İmge Kitabevi.
Tonta, Y. (1997). Elektronik Yayıncılık, Bilimsel İletişim Ve Kütüphaneler. Türk Kütüphaneciliği 11(4). ss. 305-314.
Toplu, M. (2002). Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Bilgi Üretimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. (Yayınlanmamış Doktora Tezi)
Törenli, N. (2005). Bilişim Teknolojileri Temelinde Haber Medyasının Yeniden Biçimlenişi: Yeni Medya, Yeni İletişim Ortamı. Ankara: Bilim ve Sanat.
Ünlüer, A. O. (2005). Radyo Televizyon Yayıncılığında Küreselleşme ve Ulusal Yayıncılık Üzerindeki Etkileri. Selçuk İletişim, 4 (1). ss. 11-20.
Williams, R. (2003). Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev. A. U. Türkbağ. Ankara: Dost Kitabevi.
Yanatma, S. (2008). Türkiye’de Televizyon Yayınlarının Başlaması ve Gelişimi: İTÜ TV. 2. 10.2008 tarihinde: http://www.sitemder.org/ders_notlari.php?micms=32 adresinden alınmıştır.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Toplu'nun 3 Mayıs 2008 tarihinde verdiği “Yeni iletişim teknolojilerinin gelişimi ve medyanın dönüşümü” konulu seminer.