14 Temmuz 2009 Salı

Yerel Basın ve İletişim Politikaları

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer, özellikle medya mensuplarının öğrenmesi veya hatırlaması gereken pek çok bilgiyi içeriyor. Yararlı olması dileğiyle…

1965 yılından beri öğrenci, iletişimci, öğretmen ve araştırmacı olarak iletişim alanında öğrendiklerimi sizinle paylaşmak için buradayım. Her şeyi anlatmaya çalışmama olanak yok, ama sizin de işinize yarayabileceğini düşündüğüm bazı önemli noktaları bilginize sunmak, birlikte düşünmeye çalışmak ve mümkünse sorunların çözümü için yol gösterebilmek konusunda katkım olursa görevimi yapmış olacağımı düşünüyorum.
Söze başlarken, iletişim sorunlarını anlamak ve çözüm üretebilmek için dünyada ne olup bittiğinin farkında olmanız gerektiğini söylemek isterim. Dünyayı kim(ler) yönetiyor, sermaye hareketleri nasıldır, paranın denetimi için geliştirilen yeni yöntemler nedir? gibi soruları her gün olmasa da belli aralıklarla kendinize sormanız gerekir. Bu soruların bir genel (dünya) bir de özel (Türkiye ve Bursa) yanıtları vardır. Hepsini titizlikle izler, yanıtları akılda tutabilirseniz, olağanüstü iyi bir gazeteci olmanız mümkündür. Gazeteci günlük işleri kovalarken bunlara vakit bulamaz demeyiniz. Mutlaka belirli aralıklarla ama hiç olmazsa yılda bir kere, iktisatçıları, toplumbilimcileri, uluslararası sorunları iyi bildiğini düşündüğünüz insanları dinleyerek, onlarla konuşarak dünyanın gidişini değerlendirmenizi öneriyorum. Aksi takdirde günlük gelişmeler bütün yaşamınız boyunca sizi yönetir, düşünmenize, doğru değerlendirmeler yapmanıza izin vermez. Bunu günümüzde yapmak özellikle önemli hale geldi, çünkü adına küreselleşme denilen, kapitalizmin dünyayı yöneten sistem haline gelmeye başladığı günümüzde her şey, sorunlar/çözümler genel olmaya başladı. Kore’de ya da A.B.D.’de ortaya çıkan mali bir sorun bütün dünya borsalarını, kağıt fiyatlarını, resmi ilanları etkileyebiliyor.
Sizinle paylaşacağım ikinci konu teknolojinin olağanüstü gelişimi ve iletişim dünyasını değişime uğrattığı gerçeği. Son çeyrek yüzyılda iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan gelişme sadece üretim sürecini değiştirmedi; pek çok şeyi bu arada bir türlü öğrenip uygulayamadığımız basın özgürlüğü kavramını bile değiştirdi. Bunların ne olduğunu da sorgulamamız gerekecek.
Sırayla gözden geçirmeye çalışalım.
Yaşadığımız toplumda, bugün burada sözünü ettiğimiz gazetecilik, Batı’dan, Avrupa’dan geldi. İnsanların habere her zaman gereksinimi vardı ama Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi iletişime gazetecilik denilen yeni bir biçim kazandırdı. Gazetecilik, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin öncülüğünde başka ülkelere de yayıldı. Öncelikle Ortadoğu’da yayılma alanları olan ve sömürgeleştirmeye çalıştıkları Osmanlı İmparatorluğu’na sokuldu. Gazeteler önce Fransızca olarak yayınlandı, sonra Türkçe gazeteler ortaya çıktı.
Bunlar geçmişte kalmıştır üzerinde durmanın gereği yoktur demeyin çünkü bu temel özellik bugün pek çok sorunumuzun kaynağını oluşturmaktadır. Gazeteyi yaratan kapitalizm ise onu geliştiren gücü burjuvazidir. Bu ikisi yoksa gazete olabilir ama farklı olur. Nasıl? Batı’da ihtiyaç duyanlara haber vermek üzere yayınlanan gazete, bizde haberden çok akıl vermek için çıkmışa benzemektedir. Ama bunun da sınırlı biçimde yapıldığını biliyoruz: gazete ve dergi sayısı, tirajları, dağıtımları sınırlıdır. Özgürlüğü de sınırlıdır. Örneğin ilk Türkçe resmi gazete Takvim-i Vekayi’den itibaren basın özgürlüğünün olduğunu söyleme olanağı yoktur. Yapılan düzenlemeler de gazete yayınlamak için önceden izin alınması esasını getirir. Hükümet içeriği memurları aracılığı ile denetler, yani sansür vardır. Osmanlı hükümetinin denetimi yanı sıra Batılı ülkelerin karışımı da basın için ayrı bir sorundur. Gazetelerin yayınına kendi ülkelerinin çıkarlarını savunmak üzere karışan Elçilikler de ayrı bir baskı odağıdır. Onlar bu gücü Kapitülasyonlar ve Osmanlı yönetiminin zayıflığından almaktadırlar.
İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre basının denetim ve gözetim altında olduğunu gösterir. 1908’de kısa süren bir özgürlük ortamından sonra basın Balkan ve I. Dünya Savaşı yüzünden sıkı bir yönetime tabi tutuldu. İstanbul’un işgali sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri hepiniz biliyorsunuz. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet yönetiminin kuruluşu basına da yeni bakış açıları getirecektir.

Cumhuriyet dönemi basını hakkında birkaç söz söylemeden önce belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. O da Cumhuriyet yönetiminin ülkenin geleceği konusunda temel politikaları iyi belirlemiş olmasıdır. Her yönetimin öyle ya da böyle bir politikasının olduğu söylenebilir, ama burada vurgulamak istediğim iyi belirlenmiş politikaların varlığıdır: ulusal bağımsızlık, ekonomik kalkınma, kültür, spor… ve basın. Dönemin politikaları değerlendirilirken bu kapsamlı bakış açısının ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim basın açısından bir değerlendirme yapıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkar: gazeteciliğin bir meslek olarak düzenlenmesi, gazetecilerin eğitimi, meslek içi eğitim programlarının sürekliliği, meslek etiğinin yerleşmesi, basının toplumsal sorumluluğunun önemli olması konuları aynı anda düşünüldü. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nün kuruluşu, 1931 Basın Yasası, 1935 Basın Kongresi, 1938 Basın Birliği Yasası. Bu düzenlemeler sözü edilen politikaların temel taşlarıdır. Ama bugün bu döneme ilişkin bir değerlendirme yapıldığında, genel olarak hatırlanmak istenen basın üzerindeki gerçekleştirilen denetimdir. Hükümetin genel politikasına aykırı yayınların kapatılabileceğini öngören Basın Yasasının 50. maddesi hep akıllarda tutulmak istenir. Bu doğrudur ama dönemin politikasının ana hedefi bu denetimin sürdürülmesinden çok gazetecilerin iyi yetişmesi ve cumhuriyet ilkelerine sahip çıkan yayınlar yapabilmesidir. Bunun için eğitim konusundaki arayışlar ilginçtir ve bugün yaptıklarımızla ilgili olduğundan hatırlanmasında yarar olabilir.
1931 Basın Yasası yazıişleri müdürleri için lise ya da yüksekokul mezunu olmak koşulu getirdi. Uygulama için de süre öngördü. Başbakan İsmet İnönü bu konuyu açıklarken, çocuklarımızı yetiştirmekle görevli öğretmenlerin çok sayıda kurala bağlı olduklarını, ama her gün herkese her konuda fikir veren gazetecilerin yetişmesi için herhangi bir kuralın olmadığını hatırlattı. Gazetecilerin de iyi yetişmesi gerekirdi. Nitekim İstanbul’daki Darülfünün’da bir gazetecilik okulu açılmak üzere girişimler de başladı. Ama gazetecilerden gelen baskılarla yasadaki eğitim şartı kaldırıldı. Gazetecilik Enstitüsü’nün açılması 1950 yılında, SBF Basın Yayın Yüksekokulu’nun kuruluşu 1965 yılında gerçekleştirildi.
Bu noktada şunu hatırlatmama izin vermenizi rica ederim. 2004 yılında kabul edilen basın yasası sorumlu yazı işleri müdürünün lise mezunu olmasını ve 18 yaşını doldurmuş olmasını yeterli görmektedir. Bir yandan hemen herkes dünya ve ülke gelişmelerinin ne kadar karmaşık hale geldiğini, iletişim çağının iyi anlaşılması gerektiğini söylemekte, öte yandan lise mezunu ve 18 yaşında bir gencin bunların altından kalkabileceği düşünülmektedir. Ne acı bir çelişki! Günümüz koşulları bir gazetede sadece sorumlu yazı işleri müdürünün değil, pek çok uzman, iyi yetişmiş, yüksek lisans ve doktora yapmış gazetecinin bulunmasını zorunlu kılmasına rağmen yasa koyucu 1930’lu yılların gerisinde kalan ve bunu Avrupa Birliği’ne uyum adına yaptığını söyler hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde olan ve bugün olmayan özellik bu noktadadır. Gazetelere sağlanan kamu desteğinin daha iyi hizmet için olduğu gerçeği unutulmak istenmektedir. Hükümet bir gazeteye ilan, kredi gibi destekler verecekse gazetenin de daha iyi yetişmiş eleman çalıştırmak zorunluluğu olduğunu anlaması gerekmektedir. Çünkü günümüzde dünya ve ülke gelişmelerini doğru dürüst anlayıp açıklayabilecek yeteri sayıda eğitimli gazeteci olmadan iyi bir gazete çıkarmanın olanaksız olduğunu uzun boylu anlatmanın gereği de yoktur.
Türkiye’de ulusal sorunlara duyarlı bir gazetecilik mesleği geliştirilme yolundayken 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan koşullar bütün kazanımların yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açtı. 1946 yılında başlayan süreç Demokrat Parti döneminde hızlanarak sürdü ve iletişim alanında para egemen kılındı. Meslek ilkeleri yerine önce siyasal iktidarın sonra sermayenin para aracılığı ile kurduğu egemenlik güçlenerek sürdü.
Bedi Faik anılarını Matbuat, Basın derken... Medya başlığı ile yayınlamaya başladı. Türkiye’de gerçekten de iletişim alanı Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana matbuat, basın ya da medya evresinde iki önemli güç arasında gelişimini sürdürmeye çalıştı. Bunlar ulusal ve uluslararası güçlerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında birincisi görece güçlenip kuralları belirlemeye çalışınca gazetecilik mesleğinin gelişme olanağı ortaya çıkmıştı. Ama uluslararası koşullar ikincinin rolünü ve önemini arttırınca koşullar değişti ve özgürlük adına serbestlik hatta kuralsızlık ön plana çıktı. Bugün de ikinci evrenin giderek güçlendiğini söylemek mümkündür.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminin genel ilkelerinin izlendiği dönem kısa bir süre de olsa 27 Mayıs devrimi sonrasında gözlendi. Gazetecilerin çalışma koşullarının ve gelir düzeylerinin iyileştirilmesi, Basın İlan Kurumu’nun oluşturulması, nihayet 1961 Anayasa’sının ilkeleri doğrultusunda demokrat, katılımcı bir toplum ve sosyal yanı ağır basan bir devlet anlayışı ön plana çıktı. Bunun da çok uzun sürmediğini biliyoruz. DP politikaları Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde yavaş ama kararlı bir biçimde uygulamaya geçirilirken asıl önemli büyük adım 1980 sonrasında Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde atıldı. Türkiye Batı dünyasına ne pahasına olursa olsun eklemlenmeye çalıştı. Bu politika sadece paranın egemenliğini güçlendirmekle kalmadı, basında gelişen örgütlenmeyi ortadan kaldırdı; medya dünyasını yeniden ticari yayıncılığın katılımıyla biçimlendirdi; tekelleşme eğilimlerini güçlendirdi.
Bu gelişmeler kuşkusuz sadece Türkiye’deki yöneticilerin dünya gelişmelerini iyi anlamaları ve ulusal politikaları bu doğrultuda biçimlendirmeleriyle ortaya çıkmadı. Tam tersine ihmal edilmiş ulusal politikalar, ortaya çıkan yeni uluslararası gelişmelerle yönlendirildi, biçimlendirildi. Somut bir örnek vermek gerekirse, telefon yatırımlarının büyük ölçüde ihmal edildiği 70’li yıllar sonrasında telefon sahibi olmak büyük bir sorun haline gelince ülke, 80’li yıllarda küreselleşmenin dayattığı yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri yakalayabilmek için uluslararası telekomünikasyon şirketlerinin gözdesi haline geldi. Turgut Özal çağdaş yönetici rolünü oynarken, ülke pahalı yatırımların, pahalı telefon kullanımının faturasını ödedi. Ardından iletişim alanındaki özelleştirme politikaları telefon alt yapı yatırımlarının üstüne gelip yerleşti. Yurttaş telefon kullanabildiği için mutlu oldu ama bunun hangi maliyetle nasıl gerçekleştiği konusunda yeterince bilgilendirilmedi. Kaldı ki aynı anda gazeteler de izlenen politikaların övgüsünü yapmakla meşguldüler.
Bu gelişmelerin öngörülmesi çok zor bir başka sonucu daha oldu. Ticari radyo televizyon yayıncılığının başlaması ile kitle iletişim araçlarının gücü konusu yeniden gündeme geldi. Geleneksel olarak dördüncü güç olarak nitelenen basının (medya) Türkiye koşullarında sıralamadaki yeri değişmeye başladı. Olaylara ve bu olaylarda oynadığı role göre, iletişim araçları yasama, yürütme ve yargının önüne geçebilecek bir güç olarak değerlendirilmeye başlandı. Bazen birinci güç haline geldiği düşüncesi bile doğdu. Ancak iyi bilinmesi ve akılda tutulması gereken nokta gücü artan iletişim araçlarının bu gücü kime dayanarak nasıl elde ettiğinin sorgulanması gerekir. Çünkü gelişmeler şu gerçeğin apaçık ortaya çıkmasına yol açmıştır: Türkiye’de siyasal iktidarlar hala zenginliğin kaynağını kontrol edebilmektedirler. Kitle iletişim araçları bu güçle iyi geçinerek durumlarını güçlendirmeyi, gelirlerini arttırmayı çok iyi öğrenmişlerdir. Ancak bu tabloya bir de uluslararası güçlerin eklenmesi gerekir.
Gelişmelerin uluslararası boyutuna bakınca karşımıza çıkan durum şudur: iletişim bugün büyük ölçüde olağanüstü teknolojik gelişmeleri gerçekleştiren A.B.D.’nin denetlediği internet teknolojisi üzerinden gerçekleşmektedir. Telefon, bilgisayar ve uydu/kablo teknolojilerinin ortaklaşa yarattığı bu yeni ortam son derece etkili, başarılı ve hızlıdır. Denetim gücü de bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bir ölçüde A.B.D. hariç, ulus devletlerin internet içeriğini denetlemesi, tek başına belirlemesi olanaksızdır. Bu teknolojiler sayesinde hemen herkesin ne yaptığı, ne söylediği izlenebilir, dinlenebilir hale geldiyse de bunların yönetimi konusunda herhangi bir uluslararası yeni düzenleme yapılması olanaksız görünmektedir. Tersine yeni teknolojiler ülkelerin politikalarını, yasalarını değiştirmeye zorlamaktadır. Önemli örnek belki basın özgürlüğü yerine yurttaşın bilgi alma hakkı, iletişim hakkı kavramları ile açıklanan yeni bir özgürlük anlayışıdır. Bu hemen herkesin olan biten konusunda bilgi verebileceği, yorum yapabileceği -herkesin gazeteci olması- gerçeğinden hareketle iletişim alanının düzenlenmesini gerektirmektedir. Kamu elindeki bütün bilgi ve belgeleri ulaşılabilir kılmalı, dileyen bunlara -bazı sınırlamalar dışında- dilediği zaman ulaşabilmeli ve kullanabilmelidir. Bu önemli bir gelişmedir. Gazetecinin de yararlanabileceği bir durumdan söz edilmektedir. Ama 19. yüzyılda ortaya çıkan basın özgürlüğünü hala anlama ve uygulama konusunda sıkıntı çeken, gazeteciliği gereksinimleri dolayısıyla değil, dünya sistemi dayattığı için geliştiren ülkelerin durumu ne olacaktır. Bir özgürlük anlayışından ötekine nasıl geçebileceklerdir? Ya da geçmeleri olası mıdır?
Bu sorunlar teknolojileri yaratan ve geliştiren, dünya sisteminin bunlara uygun hale getirilmesini isteyen ülkeler açısından önemli değildir. Çünkü onlar sistemin nasıl işlediği ile değil, gereksinim duyduğu bilgileri taşıyıp taşımadığı ile ilgilidirler. Bu öylesine önemli bir konudur ki uluslararası örgütler -Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya Telekomünikasyon Birliği- görevlerini yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaştırılmasına bağlamışlardır. Hepsi internet kullanımının yaygınlaşması ve bütün alanları kapsar hale gelmesi için proje üretmekte, düşünce geliştirmekte, uluslararası sözleşmeler hazırlamaktadırlar.
Gelecek budur. Daha yakından denetlenen bir dünya iletişim sistemi ile karşı karşıyayız. Bu, hepinizin bildiği, okuduğu, 1984 romanında öngörülenden daha ileri bir durumdur. Ülkemizdeki örneklerini Ergenekon adı verilen dava dolayısıyla sıkça görmekteyiz. Yasalar hiçe sayılarak yapılan telefon dinlemeleri, elektronik postalarının izlenmesi ve bunlar üzerinden insanların tutuklanması, yargılanması kaygı verici gelişmeler. Ama bu durumun dünyanın her köşesinde yapıldığını akılda tutmak zorundayız. İktidarın sürdürülebilmesi için her yola başvurulabildiği, insanın temel haklarının hiçe sayıldığı bir zamanda yaşadığımızı bilmeliyiz. Bu davranışlara izin ve olanak veren rejimlerin insanlık açısından büyük sakıncalar yarattığını, baskı ve terör yönetimlerine olanak verdiğini söylemeye gerek yok. Ama bütün bunlar gazetecilik mesleğinin yeniden çok önemli hale geldiğinin de kanıtı olsa gerek. Mesleğin toplumsal sorumluluklarını hatırlamakta, geçmişteki örnekler üzerinde düşünmekte yarar var. Gazetecinin tarihin kaydını tutan insan olduğu doğrudur, ama bu kayıt ne kadar ayrıntılı ve iyi tutulursa insanların yaşananlar üzerinde düşünmesine ve sorgulamasına ve gelecek için doğru yolu aramasına o kadar çok olanak vardır.

Bilgi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar'ın 7 Haziran 2008 tarihinde verdiği "Yerel basın ve iletişim politikaları" konulu seminer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.